7 Aralık 2017 Perşembe

On 05:00:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Azerbaycan seyahatim devam ediyor. Sırada Azerbaycan'ın dağlara yaslanmış, yeşil ve sakin şehri Şeki var.



Şeki, Azerbaycan’ın kuzeyinde Bakü’den yaklaşık 370 km uzaklıkta, Kafkasya'nın doğusunda ormanlı dağların eteklerinde kurulmuş güzel bir şehir. Kiş Çayı’nın kıyısındaki eski şehri 1772’de sel suları yıktıktan sonra halk şimdiki alana yerleşmiş. Şeki Rayonu’nun da merkezi olan şehrin yaklaşık 1800 yıllık bir tarihi var.





Tarih boyunca şehirde Araplardan, Şirvanşahlar’a, İldenizler’den Gürcü Krallığı’na, Safeviler’den Osmanlı’ya kadar birçok farklı devlet hüküm sürmüş. 1578 yılında Lala Mustafa Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına dahil edilmiş. İran egemenliğine girdikten sonra 1745’te Nadir Şah öldürülünce Hacı Çelebi tarafından Şeki Hanlığı kurulmuş ancak bu Hanlığın da ömrü çok uzun olmamış. 1805’te Rusların eline geçen bu Hanlık 1819 yılında ortadan kalkmış. 1930 yılında kurulan şehir 1968 yılına kadar Nuxa olarak adlandırılmış. 

Şehirde ticaret, kültür ve sanat yaşamı çok gelişmiş. Deri, ağaç, kil, mineral, bitkisel boyalar ve ipek geleneksel el sanatlarında kullanılmakta olan temel ürünler. Bakırcılık, kalaycılık, halıcılık, ipekçilik, gümüş işleme en önemli alanlar. Yeni durumu bulamadım ancak 1961 yılında Şeki'de zanaatçı sayısı 1735'miş.

Şeki şehri ve çevresinin toprağı çok bereketli olduğundan tarım ve hayvancılık da oldukça gelişmiş. Şehir, kendine özgü evleri, sokakları ve doğası ile Azerbaycan'ın en eski ve turistik bölgesi olarak biliniyor. Bu kısa tanıtımdan sonra haydi hep beraber Şeki'ye gidelim.

3 Temmuz 2017

Gence'de otogara gelerek Şeki minibüsünü buldum. Minibüsün yanına geldiğimde sadece bir kişi aracın yanında bekliyordu. Ön sıraya tam şoförün arka kısmına oturdum. Biraz sonra bir anne kız geldi ve şoför onları benim yanıma oturttu. Kadın kızından gidip soğuk su almasını istedi. Neden ben de kendim için istemedim diye hayıflandım. Satıcının yerini bilmediğimden kendim de gitmek istemedim. Minibüsün hareket saatine çok az kalmıştı. Kızının getirdiği 2 suyu alan annesi birini bana uzattı. Almak istemedim 2 su ancak onlara yeterdi. Ne kadar iyi ve yardımsever olduklarını bu vesileyle de görmüş oldum. Suyun birini paylaşacaklarını diğerini benim alabileceğimi söyledi. O su sanki içimdeki bir yangını söndürdü. Arabanın içi fırın gibiydi ve dışarısı da ondan farklı değildi. 

Minibüsteki yolculuğum yaklaşık 2 saat sürdü. En nihayet Şeki'ye ulaştığımda şoföre 4 Manat ödedim. İner inmez bekleyen taksilerden birine giderek kalacağım pansiyonun adresini gösterdim. Taksi şoförü telefonla arayarak beni uygun bir yerde karşılamalarını istedi. 2 Manat taksiye ödeyerek indiğimde genç bir kadın ile 8-9 yaşlarında oğlunun beni beklediğini gördüm. Ara bir sokaktan yürüyerek ortasında bir avlu bulunan eski bir Şeki evine ulaştık. Özgün bir ortamda konaklamak bana daha ilginç geliyor. Girişteki alt odayı bana verdiler. Buraya 2 gece için 30 Manat ödedim. Bahçenin diğer tarafında da merdivenlerle çıkılan bir mutfak, bir banyo ve kiraladıkları diğer odalar bulunuyordu. Bakü'den gelen çok çocuklu bir ailede burada kalıyordu. Bakü çok sıcak olduğundan yaz aylarında Şeki'ye veya İsmayıllı'ya geliyorlarmış.

Odaya yerleştim ve beni pansiyona getiren ismini unuttuğum güzel kadının davetine uyarak çay içmeye gittim. Aslında bu pansiyon kız kardeşinin eşine aitmiş ancak onlar kısa bir süre Bakü'ye gitmek zorunda kaldıklarından buranın idaresini geçici olarak ablasına ve anne ile babasına bırakmış. Babaları ile de tanıştım ve çok şeker bir insan olduğunu söylemeliyim. Maalesef alzheimer hastasıymış ve hareketleri oldukça yavaşlamış. Konu hastalıktan açılınca sosyal güvenlik konularından sohbet etmeye başladık. Böylece Azerbaycan'ın yaşam koşullarıyla ilgili ilk ağızdan çok acı gerçekler öğrenmiş oldum. Burada bazı özel meslekler dışında çalışanların sağlık sigortası yokmuş. Muayene veya tedavi olmak istediğinde parasını ödeyerek bunları yaptırıyormuşsun. Bazı tedavisi özel hastalıklarda Şeki'de iyi doktor bulunamadığını ve Bakü'ye gitmek gerektiğini söylediler. Maddi durumu iyi olmayanların buna teşebbüs dahi edemeyecekleri çok açık. Bu amca, emekli aylığı olarak da 250 Manat yani bizim yaklaşık 550 Liramıza tekabül edecek bir para almaktaymış. Kış aylarında burası soğuk olduğundan ayda 100 Manat civarında doğalgaz faturası ödüyorlarmış. Elektrik ne kadardı onu hatırlamıyorum. Karısının küçük bir dükkanı varmış ve o çalışmazsa aldığım parayla geçinemeyiz dedi. Bir dokun bin ah işit dedikleri bu olsa gerek. Kızı da çok farklı şeyler anlatmadı. 3 çocuğu olduğunu, kocasının emlakçı yanında çalıştığını, kazançlarının günü gününe uymadığını ve bu nedenle kıt kanaat geçindiklerini anlattı. Bütün bunları dinleyip üstüne Bakü'deki o şaşalı hayatı görünce doğrusu çok üzüldüm. Gerçi Türkiye de çok farklı değil ve görmezden gelinen fakirlik bütün şehirlerimizde var.

Azerbaycan'da çayın yanına küçük bir tabakta reçel getiriliyor ve şeker yerine bunu yiyorsunuz. Burada da ismini unuttuğum geçici ev sahibesi ev yapımı reçeli çayla getirdi. Çayımı şekersiz içerim ama reçelin tadına bakmaktan da geri kalmadım. Çok tatlı değil biraz mayhoş tadı olan bir reçeldi.



Bu bir Azerbaycan geleneğiymiş. Çayın yanında bizim kullandığımız küp şekerler yerine böğürtlen, patlıcan, domates, karpuz, ceviz gibi ürünlerden hazırladıkları reçelleri getiriyorlar. 

Sohbet sonrası günü kaçırmamak adına izin isteyerek ayrıldım ve evin yerini hafızama kazıyarak taksiyle gelirken gördüğüm Kervansaray'ı buldum. Kervansaray'ın önündeki yoldan yokuş yukarı çıkarak Şeki Han Sarayının bulunduğu kaleye doğru yürüdüm. Çıkarken yolun her iki tarafında bulunan Şeki'nin güzel evlerini fotoğraflamaktan kendimi alamadım. Burası şehrin eski ve tarihi bölgesi olduğundan bu evlerin restore edilmiş olduğunu sanıyorum.



Kafkas Dağları'nın eteğinde bulunan Şeki Kalesi, Şeki Hanlığı'nın kurucusu Hacı Çelebi Hanın emriyle inşa edilmiş. Kalenin duvarları 1200 metre civarında olup duvar kalınlığı 2 metreye yakınmış. Şehrin mahkemesi, devlet ve ticaret idaresi kale içerisinde olduğundan halk da Kale yakınlarına yerleşmiş. Kale 1958 ve 1963 yıllarında restore edilmiş. Bu Kale tarihte önemli olaylara sahne olduğundan bir çok tarih kitabında mevzu edilmiş. Hatta Lev Tolstoy'un ünlü "Hacı Murat" romanındaki olayların Şeki Kalesi'nde geçtiği rivayet edilir.


İşte ben de bu Kaleye ulaşmaya çalışıyordum. Tepeye ulaştığımda saat epeyce ilerlemişti ve gezilecek müzeler ile sarayın kapanmış olduğunu düşündüm. Yine de Kalenin girişinden ilerleyerek binaları en azından dışından görmeyi istedim. Eski bir kilise binasında bulunan Halk ve Uygulamalı Sanatlar Müzesinin önünde insanlar görünce dayanamayıp hala açık olup olmadığını sordum. Meğerse müzeler saat 6'ya kadar açıkmış. Bunu öğrenince doğrusu çok sevindim. Hemen 2 Manat giriş ücretini ödeyerek rehberlik yapan bir kadınla beraber müzeyi gezmeye başladım. Ancak Gence'deki gezdiğim müzelerdeki şevkle ve heyecanla anlatan rehberleri gördükten sonra bu rehber bana çok isteksiz ve yavan geldi. Hatta bunu kadına da açıkça söyledim. Müzenin girişinde kadınlar oturmuş sohbet ediyorlardı ve ben rehberi bu sohbetten alıkoymuştum sanırım. Bu saatte nereden çıktı geldi bu kadın şimdi diye eminim düşünmüştür!






Müzenin içinde Şeki'de kullanılmış olan eşyalardan, kıyafetlerden örnekler bulunuyordu. Zaten çok büyük bir müze değildi ve hemen gezip bitirdik. Müzenin içerisindeki eserlerden daha çok Müzenin binası beni etkiledi. Tarihi bir bina olduğunu öğrendim.



Bundan sonra Kalenin girişinde solda bulunan müzeye doğru yürüdüm. Müzelerin saat 6'da kapandığını öğrendiğim için vakit dolmadan burayı da gezmekti niyetim. Bu bina mimari olarak diğerinden de güzeldi. Burası Şeki Tarih Müzesiydi ve kapıdan girdiğimde bir kermesle karşılaştım. Satıcı kadınlar çevremi sarıp hemen bir şeyler satmak istediler ama benim önceliğim müzeyi gezmekti. Buraya da 2 Manat ödeyerek gezmeye başladım. Sanırım rehberle geziliyordu ancak akşam olduğundan kimse benimle ilgilenmedi. Yalnız başıma açıklamaları okuyarak müzeyi gezmeye çalıştım. 




Şeki Tarih Müzesi ülkenin en zengin tarih müzelerinden birisiymiş. Hanlık devrine ait kadim eşyalar ve tarihi eserler burada sergileniyor. Kapanma saati yaklaştığından hızlı hızlı gezerek Müzenin giriş kapısına döndüm. Kermeste satılan eşyalara ve özellikle ipekten dokunmuş fularlara baktım. Şeki'de ipekçilik oldukça gelişmiş ve bu yüzden çok çeşitli desen ve renkte ürün bulabiliyorsunuz. Gürcistan sınırında aldığım Manatlardan elimde fazla kalmamıştı. Döviz bürosu bulup Manat almadan alışveriş yapmak ve gereksiz yere para harcamak istemiyordum. Bu yüzden buradan hiçbir şey almadan ayrıldım. 

Geldiğim yoldan yokuş aşağı yürümeye başladım. İnerken güzel Şeki evlerini güneş batımında izlemek ayrı bir keyifti.




Artık bir mekanda oturup hem dinlenmek hem de akşam yemeğimi yemek istiyordum. İlk tercihim pitileriyle meşhur olan Kervansaray oldu.




Arka taraflarda bir masaya oturarak hemen Şeki Pitisi ve yanına da ayran siparişi verdim. Burada yerli ahalinin yanısıra çok sayıda turist de bulunuyordu. Ön tarafta bir turist çift kuzu pirzola istemişlerdi ve öyle iştahla yediler ki ertesi gün ben de pirzola yemeğe karar verdim.


Bir süre sonra benim siparişim de geldi. Garson benim bilmediğimi anladığından servisini kendisinin yapabileceğini söyledi. Tabi hemen kabul ettim. Küçük bir testi şeklindeki pişirme kabını eğerek çukur bir tabağa suyunu boşalttı. Sonra içinde kalan et ve diğer malzemeleri bir kaşıkla karıştırarak o şekilde önüme bıraktı. Önce etin suyuna ekmek doğrayıp onu bitirmemi ve sonra da bu et karışımına devam etmemi söyledi. 


Sebze ve nohutla toprak güveçlerde pişirilen bir et yemeği olan Piti’nin pişirilme süreci en az 7-8 saat sürüyormuş. Artık etin kendi lezzeti midir yoksa etin nohut ve sebzelerle olan müthiş beraberliğinden kaynaklanan bir lezzet midir bilmiyorum. Nasıl bir lezzet anlatamam mutlaka gidip denemelisiniz.

Yemeği bir çırpıda yedikten sonra gözüm açıldı ve etrafı seyretmeye başladım. Arka masaya konuşmalarından Amerikalı olduğunu anladığım çok yaşlı bir kadınla 15-16 yaşlarındaki erkek torunu oturdular. Kadın o kadar enerji doluydu ki durmadan bir şeyler anlatıp duruyordu. Bir süre sonra kalkıp benim masama gelerek sohbet etmeye başladı. Sonra yerine döndüğünde gelen bir gruba laf attı ve turizm okuyan bir kızla konuştu. Garsondan müzik çalınmasını istedi ve kalkıp torunuyla dans etti ve tek başına ortalıklarda oynadı durdu. Ortam iyice şenlendi. Ne güzel içinden geleni özgürce yapabilmek!


Sanırım bu nine torun Kervansaray'da kalıyordu ve bir süre sonra odalarına gittiler. Ben de yemeğimi bitirdiğimden artık yavaş yavaş pansiyona dönebilirdim. 12 Manat gibi böyle bir yemeğe fazlasıyla değen ücreti ödedikten sonra kalkıp yürümeye başladım. Yol üzerindeki bakkaldan kahvaltı için ekmek, yumurta, domates falan aldım. Şeki dağların eteğinde kurulduğu için havası yaz gününe göre biraz serindi. Zaten yaz aylarında gündüz hissedilen sıcaklık bile 20-25˚C arasındaymış. Kafamı yastığa koyar koymaz bebekler gibi derin uyumuşum.

4 Temmuz 2017

Yerel bir ortam da konaklamak iyiydi hoştu da tuvalet, banyo ve mutfak avlunun diğer tarafındaki binadaydı. Diğer misafirlerden sıra gelmeyeceği için sabah erkenden kalkıp banyoya gittim. Sonra gidip mutfakta kendime kahvaltı hazırlamaya başladım. Günüm oldukça dolu geçeceği için 2 yumurta yemeğe karar verdim. Tam o sırada genç bir kız ve bir delikanlı mutfağa geldiler. Gençler işte kolaylarına gidiyor sanırım konserve türü şeyler hazırlamaya başladılar. Yumurtanın birini onlara vermeyi teklif ettim. Aramızda sohbet başladı. Çok tatlı insanlardı ve inanılmaz bir tesadüf gerçekleşti. Adı Diana olan ve doktor olduğunu öğrendiğim güzel kızla aynı gün doğduğumuzu tespit ettik. Erkek arkadaşı da sanırım işletme mezunuydu. Yanlış hatırlamıyorsam Slovakyalı olan bu çift Almanya'da çalışıyormuş ancak iş yerlerini ve ülkeyi değiştireceklermiş. Sohbet sonrasında geç saatte geldiklerinden uyumaya gittiler.

Kahvaltı sonrasında yolu öğrendiğim için önce hızlı adımlarla Kervansaray'ın yolunu tuttum. 18. yüzyılın sonlarında aslında Şeki'de 5 kervansaray bulunmakla birlikte bunlardan yalnızca aşağı ve yukarı kervansaraylar bugünlere gelebilmiş. Her ikisi de Şeki hanları tarafından 18. yüzyılda inşa edilmiş. 


Kervansaraylar İpek Yolu üzerinde, Çin yolundaki kervanlar için yaptırılmış. Birinci katta ticaret yapılıyormuş ve ikinci katta ise burada kalan tacirler mallarını muhafaza ediyorlarmış. Her iki kervansarayda da tacirlerin rahatlığı ve mallarının güven içinde muhafazası için her türlü tedbir alınıyormuş. Kafkasya bölgesinin en büyük kervansarayı olan yukarı Kervansaray bugün artık bir otel ve lokanta olarak kullanılıyor. Cadde üzerindeki cephesinde ise küçük hediye satış dükkanları turistlere hizmet veriyor. 


Kervansaray sabah saatlerinde oldukça dingin ve huzurlu gözüküyordu. Üst kata da çıkıp yukarıdan birkaç fotoğrafını çektim. Turiste alışkın olduklarından hiç kimse ses çıkarmadı.




Kervansaray'da şöyle birkaç tur attıktan sonra Kaleye doğru yürümeye başladım. Kale içindeki müzeleri gezdiğimden surların içerisinde bulunan Saraya doğru yöneldim.


Yol üzerinde yaşlıca bir kadın dağlardan topladığı üzerlik tohumlarını ipe dizmiş satıyordu. Manat sorunu yaşamamak için mecburen biraz pazarlık yaptım ve 1,5 Manat ödeyerek 2 sıra üzerlik aldım.  Bunun hem çayı yapılıp içilebiliyormuş hem de nazar için tütsüde kullanılabiliyormuş. Biraz ilerledikten sonra artık Sarayı görmeye başlamıştım. Görkemli ve şahane bir yapı gezilmek üzere beni bekliyordu.


Biraz soluklanmak ve dışından fotoğraf çekmek için yol kenarına yöneldim. Orada oturan kişiler Türk olduğumu anlayınca sohbet etmeye başladılar. Adının Osman olduğunu öğrendiğim rehber bana hem Azerbaycan hem de Şeki'yle ilgili ilginç ve önemli bilgiler aktardı. Dille ilgili komik durumları anlattılar. Daha önce ben de bir yerlerde okumuştum ama unutmuşum. Gerçekten çok komik öyküler ve yeni öğrendiğim kelimeleri de ekleyerek sizlere aktarmak istiyorum.

"Azmak" kelimesi Azerbaycan'da kaybolmak anlamında kullanılıyormuş. İstanbul'a gelen Azeri bir kız gideceği yeri bulamayınca adres sormak için yoldaki insanlara azmış olduğunu söylemiş. Tabi herkes ters ters bakmış ve sonra durum anlaşılmış.

"Pezevenk" kelimesi Azerbaycan'da şişman, saygın ve itibar gören kişi anlamında kullanılıyormuş. Yıllar önce Süleyman Demirel Azerbaycan'ı ziyaret ettiğinde Haydar Aliyev gazeteci ve televizyoncuların önünde ona pezevenk bir insan olduğunu söylemiş. Hızlı cevaplarıyla bilinen Demirel altta kalır mı "Siz benden daha pezevenksiniz" diye yanıtlamış.

"Düşmek" kelimesi inmek, "subay" kelimesi bekar, "okşamak" kelimesi benzemek, "sümük" kelimesi kemik, "kerhane" kelimesi fabrika ve işyeri, "işveren" ve "bardak" kelimeleri hayat kadını anlamında kullanılıyormuş. Azerbaycan'da bulunduğum sürede ne kadar pot kırdım artık Allah bilir!

Sohbet sonrasında Sarayın bahçesine yöneldim ve buradan muhteşem görüntüsünü izlemeye başladım.


Şeki Han Sarayı Azerbaycan’ın en önemli kültür varlıklarından birisi ve 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde yerini almış.


Şeki Han Sarayı, Şeki Hanlığı'nın kurucusu olan Hacı Çelebi Han’ın torunu Hüseyin Han (Müştağ) tarafından 1762 yılında Nakkaş Abbaskulun’a yaptırılmış. Bu nedenle de halk arasında "Müştağ Sarayı" olarak da biliniyor. Burası Şeki Hanlarının yazlık sarayı olarak kullanılmış. Ön cephenin iki yanında 1530 yılında dikilmiş birisi 34 diğeri 42 metre uzunluğunda iki koca çınar olan Sarayın iki girişi bulunuyor ve görsel olarak İran’daki sarayları andırıyor. 



Han Sarayı'nın 30 metre genişliği ve 10 metre yüksekliğinde sade bir mimarisi olmakla birlikte, dış ve iç yüzeylerinin bezemesi ile son derece ihtişamlı bir görünüme bürünmüş. Sarayın mimari olarak en önemli özelliklerinden birisi ise inşasında çivi ve metal birleştirici malzeme kullanılmamış olması. Pişmiş tuğla ve bordür taşlarından yapılan sarayın doğu ve batı yüzeyi ahşap. Cephe pencerelerinin tamamı Azerbaycanlıların şebeke diye adlandırdıkları vitray camlarla kaplı. Sarayın dış cephe duvarları çiçek resimleri ve geometrik desenlerle süslenmiş. Sarayın oturtma çatısı ve ahşap saçak altları bile desenlerle bezenmiş. Hayran hayran seyredip fotoğraflarını çektim.


Sohbet ettiğim rehber gelip ingilizce rehberli bir grubun içeriyi gezmeye başlayacağını ve acele etmemi söyledi. Hemen girişe yöneldim ve bilet almak istedim. Giriş ücretinin Osman bey tarafından ödendiğini ve girebileceğimi söylediler. Israrla bu ücreti dönüşte vereceğimi Osman beye söyledim ancak çok nazik bir insandı almam dedi. 

Kadın bir rehber eşliğinde içeri girdik ama ne giriş. İçeri adım atar atmaz duvarlardaki muhteşem işlemeler ve pencerelerdeki vitraylarla adeta büyülendik. Saray iki katlı olup her iki katta bulunan merkez odalar, duvardan çıkma merdivenlerle birbirine bağlanıyor. Birbirine geçişli yan odalarla her katta üç oda var. Bizim evlerdeki salon misali merkez odalarda iç dekor odalara göre çok zengin. Sarayda, zamanın halk mimarisi ve dekoratif uygulamalı sanatına uygun bir biçimde, altın kaplama, yaldızlama, aynalama, vitray ve bezeme işlerine geniş bir yer ayrılmış. Bu arada Sarayın içinde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu belirteyim. "forumgercek.com" sitesinden bulduğum az sayıda fotoğrafla size fikir vermeye çalışacağım.



İlk katın merkez salonunda nişler içindeki bezemelerle, nişlerin arasında duvarları kaplayan görkemli buketler, buketleri taşıyan çeşitli vazolar resimlenmiş. Bunlar bir kökten iki tarafa yükselen simetrik dallara serpiştirilmiş çiçeklerden oluşan kompozisyonlarla bir kısmı da serbest dağıtılarak tasvir edilmiş. At, geyik, kumarın çeşitlerini çiçeklerle ve dallarla birlikte tasvir eden resimlere bolca rastlanıyor. Kalem işlerindeki motifler arasında selvi ağacı motifine sıkça yer verilmiş. Bunun yanında nar ağacı ve nar motifi de sıkça kullanılmış. Süslemelerin ağaç ve çiçeklerle yapılması Azerbaycan'ın tarihinden geliyormuş ve bu bezeme kompozisyonu çini, oyma ve bakır işlemelerinde de görülebiliyormuş. Bu motiflerin her birinin manası var ve gezerken rehberimiz bunları anlatmaya başladı.


Alt kattaki odaları da gezdikten sonra ahşap bir merdivenle üst kata çıktık. Burası birinci kat salonundan da şahane bir güzellikteydi. Frizdeki resimler av ve savaş sahneleri ile betimlenmiş. Av sahnesi 6 metre, savaş sahnelerinin uzunluğu ise 15 metreymiş. Mehter grubu, borazanlı süvariler kösleri (davulları) çalan davulcuların resimleri bulunuyor.



Bu kattaki odaları da gezdikten sonra Saray gezimizi müze satış mağazasında sonlandırdık. Herkes dağılmaya başladı. Osman beye verdiği bilgiler ve nezaketi için teşekkür ederek önerdiği Kiş Albany Kilisesine gitmek için yola koyuldum. Oraya nasıl gidebileceğimi de tarif etmişti. Yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürümeye başladım. Yol üzerinde gördüğüm tarihi bir cami.



Merkezde Yenilik Ticaret Merkezinin ilerisinde bulunan duraktan 15 nolu otobüse binerek Kiş Albany Kilisesine gidebileceğim söylendiğinden bu durağı bulmam gerekiyordu. Otobüs durağındaki orta yaşlı bir adama sordum ancak o da Şeki'nin yabancısı çıkmaz mı! Otobüs şoförlerine sorarsam en iyi onların tarif edeceğini söyledi. Gelen ilk otobüsün kapısından başımı uzatarak şoföre sordum ama sormaz olaydım. Adam ters ters bilmediğini söyledi ve oturan yolcular bana yardımcı olmaya çalışınca da kızarak onu boş yere oyaladığımı söyledi. İlk kez Azerbaycan'da böyle ters birisiyle karşılaşmıştım. Kös kös araçtan inerek ileri doğru gittim ve oradakilere sordum. Tariflerine doğru yürürken adamın birisi bana doğru hızlı adımlarla yaklaştı. Ben de bu adam niye yanıma geliyor ki demeye kalmadı. Adam meğerse az önceki olumsuz hadiseyi yaşadığım otobüsteymiş ve benden şoför adına özür dilemeye gelmiş. Böyle bir şey yaşadığım için özür üstüne özür diledi ve Şeki'de böyle bir durumun kabul görmeyeceğini söyledi. Gerçekten şaşkına döndüm ve ne diyeceğimi şaşırdım. Adam bana gideceğim durağı eliyle gösterdi ve uzaklaştı. Ne iyi ve ne güzel insanlar var. Bunları görüp yaşayınca Dünyadan ve insanlardan yana umudum artıyor. 

15 nolu otobüsün durağını bulup beklemeye başladım. Hava oldukça sıcaktı. Gelen otobüs çok kalabalıktı ve şoföre 1 Manat verip arka taraflarda ayakta durmaya başladım. Sonradan farkettim ki Azerbaycan'da şöyle bir uygulama var. Ücreti bindiğiniz zaman ödemiyorsunuz inerken şoföre verip araçtan iniyorsunuz. Bu yöntem ücret takibini de sanırım kolaylaştırıyor. Benzer yöntem Tiflis'deki minibüsler için de geçerli. Bunu bilmediğim için her iki ülkede de peşin peşin ücreti ödedim. Yabancı olduğum daha o an anlaşıldı zaten. Otobüste çekik gözlü genç bir delikanlı ve kız da vardı ve onlar da aynı kiliseye gidiyorlardı. Yanlarında rehber de olduğundan onların indiği yerde ben de indim. Burada bir yol tepeye doğru kıvrılarak gidiyordu. Yolun başında taksiler bekliyordu ve istenilirse taksiyle köyün içinden kiliseye kadar çıkılabiliyormuş. Köyü ve manzarayı görebilmek için yürüyerek çıkmayı tercih ettim ve sıcağa rağmen bundan dolayı da pişman olmadım. Bir defa manzara muhteşemdi ve yemyeşil dağları ve ovaları doğal bir sessizlikte izlemenin keyfine doyum yoktu.




Köy ise bizim bildiğimiz köyler gibi değildi. Çok güzel evler bir avlunun içine yapılmış ve etrafı tertemizdi. Daha sonra bununla ilgili yaptığımız sohbette Şeki köylerinin çok zengin olduğu, toprakların verimli olması nedeniyle ve hayvancılık da geliştiğinden kazançlarının iyi olduğunu öğrendim. Bizim Anadolu köyleri aklıma gelince ne yalan söyleyeyim içim sızladı.


Yol üzerine tabelalar konulmuştu ve onları takip ederek en sonunda Kiş Alban Kilisesine ulaştım. Kilisenin önce dışından fotoğraflarını çektim. Restore edildiğinden düzgün bir görüntüsü vardı.



Sonra müze haline çevrilen Kiliseyi gezmek için 2 Manat ödeyerek Kilisenin bahçesine girdim. Bu Kilise Kafkasların en eski kilisesi olup 1. yüzyılda Havari Eliseus tarafından eski bir pagan tapınağının üzerine kurulmuş. Burada yapılan kazılar ve araştırmalar sonucunda bu kilisenin çeşitli nedenlerle yıkılarak yeniden yapıldığı, 7-8. yüzyıllarda yeniden inşa edilen kiliseye bir kubbe eklendiği, 12-13. yüzyıllarda bu kubbenin yükseltilerek kilisenin yeniden şekillendiği tespit edilmiş. Kilisenin orijinal halini bozmadan burası restore edilerek ziyarete açılmış.


Yapılan kazılarda seramik, bronz ve altın süslemeler bulunduğu gibi çok sayıda mezara da rastlanmış. Böylece uzmanlar buranın yüzlerce yıl dini bir merkez olduğunda hemfikir olmuşlar.


7.yüzyılın sonlarından itibaren bölgede İslamiyetin yayılmaya başlamasına rağmen bu kilise gibi belli başlı bölgelerin Hristiyan kimliğini 1836 yılına kadar sürdürdüğü tespit edilmiş. Kiş Kilisesi, uzmanlar tarafından Hristiyanlığın başladığı noktalardan birisi olarak kabul edilmektedir ve ayrıca ülkenin antik tarihi ve yüzlerce yıllık zengin kültürel mirasının somut bir örneği olduğu belirtilmektedir. 




Burayı gezmek çok zaman almıyor. Kilise çok büyük olmadığından şöyle bir gezip dışarıdaki mezarlara da baktım. Çıkarken satış kısmında sergilenen halılara bakmaktan kendimi alamadım.


Yokuş aşağı yürüyerek kısa sürede taksilerin beklediği yol ayırımına ulaştım. Biraz durakta bekledim ve gelen otobüse binerek bu sefer boş olduğundan oturabildim. İlginç bir şey gelirken 1 Manat verdiğim otobüse aynı mesafe için dönerken 20 kepik verdim. Şehir merkezinde inerek biraz sağa sola bakmaya başladım.

Sonra tekrar Kervansaray tarafına doğru yürümeye başladım. Yolun solunda kalan Cuma Camisi'ni görmek istedim. Ancak içeride cami cemaati kalabalık olunca girmekten vazgeçip dışından bakmakla yetindim.



1745-1750 yıllarında inşa edilen Cuma Mescidinin 40 metre yüksekliğinde bir minaresi ve bunun üzerinde güzel geometrik süslemeler bulunuyor.


Yürüdüğüm yol boyunca sanırım bizim pastaneye denk düşen "şirinniyat" isimli tatlıcılar bulunuyordu. Şeki baklavalarının bir çeşidi olan ve Şeki helvası olarak adlandırılan bir tatlı türü buranın meşhur yiyecekleri arasındaymış. Ben de merak ettiğimden bir tatlıcıya daldım ve bu tatlıyı denemek istediğimi söyledim. Küçük bir parça verdiler ancak çok sevdiğimi söyleyemem. Fındıkla yapılmış kurabiyeyi andıran başka bir tatlı denedim ve bunu başarılı buldum. Uzun süre dayanacağını söylediklerinden 2 kutu aldım. Sadece sırt çantasıyla seyahat ettiğim için fazla bir şey alabilmem mümkün değildi.


Bu alışverişten sonra bir süre daha yürüdüm ve en sonunda yorgun argın pansiyona ulaştım. Elimdeki tatlı kutularını odaya bırakarak yemek için pansiyon sahibesinin önerdiği çok yakında bulunan Qaqarin adındaki diğer restorana doğru yürüdüm. 

Daha saat 6 civarı olduğundan masalar dolu değildi. Küçük bir masa tercih ederek oturdum ve gelen garsona tike kebap siparişi verdim. Adının Ulvi olduğunu öğrendiğim garson yıllarca Türkiye'de çalıştığını ve annesinin vefatı nedeniyle Azerbaycana kısa bir süre önce döndüğünü anlattı. Ülkemizi çok sevdiği her halinden belliydi. Hemen masayı donattı ve istediğim kebabı da gecikmeden getirdi.


Azerbaycan'da yediğim etler sanırım doğal olduğundan çok lezzetliydi. Bu yemek de muhteşem diyebileceğim bir lezzetteydi. Restoranın yeri de çok güzel ve şehre tepeden bakan bir konumda.



Manzarayı seyrederek aheste aheste kebabımı ve yanındaki söğüş salata ile değişik bir tadı olan içeceğimi bitirdim. Yemek bitince hemen bir de karpuz getirdi Ulvi. Daha ne olsun değil mi! Bu arada masalar da dolmaya başlamıştı. Ben de kalkıp yol hazırlığına başlamak için pansiyona dönmek istedim. Ulvi'den hesabı istedim. Yemin billah etti kesinlikle almam benim ikramım olsun dedi. O kadar ısrarlarıma rağmen kabul ettiremedim. Bu şehirdeki insanlar gerçekten beni şaşırttı. Bu devirde hala böyle misafirperver ve temiz insanların kalması çok güzel ve umut veriyor.

Pansiyona dönüp eşyalarımı toparladım ve serin bir ortamda güzel bir uykuya daldım.

5 Temmuz 2017

Sabah pansiyondaki kahvaltıdan sonra yine aldığım tavsiyeye göre Kervansaray'ın önüne doğru yürüdüm. Kervansaray'ın önünden geçen 11 nolu otobüse binerek avtobusağzında yani otobüs terminalinde indim. Bakü'ye giden saat 10.10 minibüsüne (Marshrutka) bindim. Bu seyahatte nedense ücreti peşin aldılar ve 7 Manat ödedim. Yer kalmadığından en arka sırada oturmak zorunda kaldım. Yan tarafımda ismini hatırlamadığım bir kadın diğer tarafımda daha sonra adının Farman olduğunu öğrendiğim bir adam oturuyordu.


Bakü'ye kadar sohbet ederek gittik. Yolda sadece bir kez mola verildi.


Yaklaşık 5 saat süren yolculuğumuz sırasında geçtiğimiz yerleri ve ülkeyle ilgili bazı gerçekleri anlatan Farman, bana güzel bir rehberlik yaptı diyebilirim. En sonunda Bakü'ye ulaştığımızda saat 3 civarıydı. Artık bundan sonra Bakü maceram başlıyordu.

Şeki, cennet gibi doğasıyla, tarihi eserleriyle, dostane insanlarıyla ve çok lezzetli yemekleriyle gidilesi, görülesi ve sevilesi bir şehir.

0 yorum:

Yorum Gönder