14 Temmuz 2016 Perşembe

On 07:46:00 by Gülten İşcimen in    2 comments
Neye Niyet Neye Kısmet!

Geçen yıl Eylül ayında uçak biletlerine bakarken uzun zamandır gitmeyi istediğim Moskova uçak biletinin beyaz geceleri de yaşayabileceğimiz Haziran ayı için uygun olduğunu gördüm. Fazla düşünmeden hemen biletimi aldım. Arkadan bir iken üç oldu beş oldu derken en sonunda farklı arkadaş gruplarını içeren 20 kişilik bir sayıya ulaştık. Biz bu kadar kişi nasıl organize olalım diye düşünüp planlama yapmaya başlamışken Kasım ayının sonunda Rus uçağı düşürülmez mi! Gitmemize daha aylar vardı ve acaba ilişkilerimiz düzelir mi diye beklemeye başladık. Ancak okuduğumuz ve duyduğumuz her haber bizi ümitsizliğe doğru itti. En sonunda grubumuzda olan avukat bir arkadaşımız Pegasus Hava Yollarıyla bağlantı kurarak biletlerimizi cezasız değiştirme hakkını elde etti.

Bu sefer nereye gideceğimiz sorun oldu. Bir grup ön alarak biletlerini Madrid olarak değiştirdi. Benim de dahil olduğum 12 kişilik grup ise gidilecek yerin belirlenmesi için iki kere toplanmak durumunda kaldık. İspanya ve İtalya’ya daha önce gidenler olduğu için bu seçenekler elendi. Asya tarafı riskli görüldü. Balkanlar da sadece yeşillik var değmez denildi. Nasıl olduysa Oslo ve Kopenhag seçenek olarak masaya geldi. Bir arkadaşımızın ablası ve eniştesi daha önce Norveç’e gittiği için onların da önerisi ile enine boyuna fazla düşünmeden Oslo biletlerimizi almıştık bile. 

Gideceğimiz ülkeyi tanımak ve nereleri gezeceğimize karar vermek için yazılar okumaya başladık ve gördük ki Norveç Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisiymiş. Tabi artık çok geçti ve biletlerimizi almıştık. Bu arada sayımız da artmış ve 13 kişi olmuştuk. Bütçemizi çok sarsmayacak şekilde Norveç gezi planımızı oluşturdum ve öncelikle booking.com sitesinden konaklama yapacağımız otellerde rezervasyon yaptım.

Planımıza göre Oslo’da 3 gün kalacaktık ve sonra trenle Myrdal’a gidecektik. Oradan turistik bir tren olan Flamsbana trenine binecektik. Flam kasabasında da bir gece kalıp sonra feribotla Bergen’e gidecektik. Orada da iki gece kalıp sonra gece treniyle Oslo’ya dönecektik. Döndüğümüz gün de uçakla yurda dönüyorduk.

Bu plan çerçevesinde tren biletlerini almaya başladım. Sayımız fazla olduğundan arkadaşların kredi kartlarından da ödemeleri yaptım. Satışlar açılır açılmaz bu biletleri aldığımız için oldukça indirimli oldu. Flamsbana treni için 340 ve diğer trenler için de 249’ar Norveç Kronu ödedik. Feribot bileti de internetten alındığı için indirimli olarak kişi başı 652 Norveç Kronu tuttu. 

Şenay hariç hepimizin yeşil pasaportları olduğu için vize almamız gerekmiyordu. Şenay bütün otel rezervasyon bilgilerini, uçak biletini ve hatta birlikte seyahat edeceğimiz için bizim doğum tarihlerimizi vize almak için başvurusuna ekledi. Edindiği bilgiye göre Norveç en zor vize veren ülkelerden birisiymiş. Vize almak konusunda oldukça umutsuzdu ama neyse ki bir sorun yaşamadan vizesini aldı.

Gidiş zamanımız yaklaşınca toplanarak yemek için yanımızda götüreceğimiz yiyecekleri tespit ettik. Yanımıza zeytin, peynir, salam, ton balığı, kavurma, kuruyemiş, lavaş gibi hemen bozulmayacak ne varsa almaya karar verdik. Bir bardak balık çorbasına yaklaşık 35 TL verince iyi ki de öyle yapmışız dedik.

Gider gitmez harcama yapmamız gerekecekti. Bu yüzden bankacı olan arkadaşımız Baran gitmeden önce bizden topladığı TL’leri 6000 Norveç Kronu olarak bize dağıttı.Ancak bozuk para olmadığını ve hepsini 1000'lik banknotlar olarak alabildiğini söyledi.

Norveç kuzey kutbuna yakın bir ülke olduğundan 365 günün neredeyse 300 gününün yağışlı ve soğuk geçtiğini okumuştuk. Günlük güneşlik bir ülkeden soğuk bir iklime seyahat edecektik. Bu yüzden kaz tüyü montlarımızı, şapka ve eldivenlerimizi hazır ettik. Çok şanslıydık ki Oslo’ya gittiğimiz gün yağmur yağdı ve onun dışında gezmemizi engelleyen bir yağış olmadı. Üşüdük tabi ama bizim gittiğimiz hafta öncesinde kar yağdığını duyunca yine de halimize şükrettik.

30 Nisan 2016

30 Nisan’da Esenboğa Havaalanında buluştuk. Hepimiz heyecanlıydık. Biraz rötarlı bir yolculukla İstanbul aktarmalı olarak öğleden sonra Oslo’ya ulaştık. Pasaport kontrolü için iki gruba bölünerek sıraya girdik. Bizim olduğumuz kontuardaki Pasaport polisi bize ahiret soruları yöneltti. Niçin geldiniz, kaç gün kalacaksınız, nerede kalacaksınız, dönüş biletiniz var mı gibi soruları arka arkaya sordu. O günlerde biraz kafam karışıktı ve yanlışlıkla başka bir uçak biletini yanıma almışım. Adam buradan dönüşünüz gözükmüyor dedikçe ben de okumadan ısrarla bakın ikinci satır da var diyorum. Adam burada Oslo değil başka bir şehir adı var deyince jeton düştü. Allahtan arkadaşların yanında biletleri vardı ve onu gösterdiler. Görevli zaten benim gösterdiğim 6 ay sonranın uçak biletini görünce Norveç’e giriş yapıp orada kaçak kalmayacağımıza çoktan ikna olmuştu. Hepimizin girişini otomatik olarak onayladı. Diğer sıradaki grup daha kolay geçmiş. Bayan polis sadece niye geldiniz diye sormuş.Şans işte! 

Oslo Havalimanında Nevin bir talihsizlik yaşadı. Aldığı valizinin ön tekerlerinden birisi yoktu. Valizini çekerken çok zorlanıyordu. Bir kısım eşyasını daha sonra Dilek ve Seval’in bavuluna konulması için verse de bütün seyahat süresince bunun sıkıntısını yaşadı. Bu durum Bükreş’e gittiğimde benim de başıma gelmişti ve ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyorum. Benzer şekilde yağmur da yağıyordu ve otelimi bulmak için kırık bavulla elimde şemsiye uzun süre yürümek zorunda kalmıştım.

Seyahat nedeniyle oldukça yorulmuştuk ve bu nedenle olsa gerek bulduğumuz ilk trenle şehir merkezine gittik. 15-20 dakika gibi süren bu kısa seyahat için kişi başı 180 Norveç Kronu ödeyince hepimizin gözleri yuvalarından fırladı. Aslında ulaşım konusunu notlarım arasına yazmıştım ama artık nasıl yorulduysam unutup gitmişim.

Havalimanından şehir merkezine iki farklı tren hareket ediyor. Birisi ekspres tren olduğundan yanlış hatırlamıyorsam 20 dakikada bir hareket ediyor. Diğeri ise normal tren ve hareket aralığı da uzun olduğundan fiyatları buna göre ilki 180 diğeri 90 Kron tutuyor. Oslo’ya gidecek olanlara bunu hatırlatmak isterim. Neyse ki dönüşümüzde normal tren kullanarak maliyetimizi düşürmüş olduk.

Trenden Oslo Merkez İstasyonunda (Oslo Sentralstasjon) inerek oklarla işaret edilen otobüs duraklarının bulunduğu geniş alana yürüdük. Otelimize ulaşmak için şehir içi otobüs kullanacağımız için gazete, dergi satılan bir kiosktan bilet almak istedik. Bilet isteğimizi bir süre İngilizce anlattıktan sonra konuştuğumuz kız bizimle Türkçe konuşmaya başlamaz mı bize güzel bir sürpriz oldu. Bir kullanımlık bilet için kişi başı 30 Kron ödeme yaptık.

Dışarda çok şiddetli bir yağmur vardı. Bir yanda elimizde bavulları ve bir yanda şemsiyeleri bir arada idare etmek kolay olmuyordu. En nihayet booking.com’dan yol tarifini aldığım otelimize gidecek otobüsün durağını buldum. Durakta otobüsün geleceği saat yazıyordu ve çok beklemeden otobüsümüze bindik. Yol tarifine göre 4 durak sonra otobüsten indik ancak ne tarafa gideceğimizi şaşırdık. Yağmur nedeniyle arkadaşlarımı gereksiz yere yürütmemek için beklemelerini söyleyerek cadde ve sokak isimlerine bakmaya başladım. O sırada karşıdan gelen genç bir Norveçli delikanlıya elimdeki adres bilgisini göstererek yolu sordum. O yağmurda hiç erinmedi elindeki telefona otelin ismini girerek navigasyonu çalıştırdı. Otelin çok yakın olduğunu ve dümdüz yürüyerek bulabileceğimi söyledi. Sonra kendisinin bana yolu göstermek istediğini söyleyince yolun karşısında bekleyen kalabalık bir grubum olduğunu ve onları da alıp geleceğimi söyledim. Norveçlilerin bu yardımsever tutumu bütün seyahatimiz süresince devam etti. Yardımseverlik ve konukseverlik özelliği biz Türkler için de söylenir ama doğrusu böyle yağmurlu bir havada hiçbir vatandaşımızın durup yabancı birine yol tarifi yapacağını ve hatta geldiği yolu geri yürüyerek yolu bizzat göstereceğini sanmam. Hatta otel yolundaki sohbetimizde üniversite öğrencisi olduğunu öğrendiğim bu kişi Oslo’da da yaşamıyormuş ve gezme amaçlı orada bulunuyormuş. 

Sonunda otelimiz Cochs Pensjonat’ı bulduk. Oslo’ya gideceklere bu oteli şiddetle tavsiye ederim. Hem fiyatı makul hem de konumu mükemmel denecek bir yerdeydi. 3 gece için kişi başı yaklaşık 420 lira gibi bir tutar ödedik. Resepsiyonda bulunan güleryüzlü ve güzel iki Norveçli kız bizi çok güzel karşıladılar ve bir süre sonra odalarımıza yerleşmiştik. İki evli çiftimiz iki kişilik odalarda ve kalanlarda üçer kişi olarak aile odalarına yerleşti. Odalarda küçük bir mutfak ve ortada bir masa da vardı. Aslında tencere, tabak gibi mutfak eşyalarını da resepsiyondan isteyince veriyorlarmış ama biz bunu ne yazık ki ayrılırken öğrendik. Neyse ki yanımızda bir miktar kağıt ve plastik tabak vardı ve bunları seyahatimiz süresince idareli bir şekilde kullandık. Neyse dönelim yine o güne. Herkes odasına yerleşip biraz dinlendikten sonra aramızda anlaşarak bizim odamızda toplandık. Yanımızda götürdüğümüz ısıtıcılarla çay hazırlayarak çabuk bozulacak yiyecekleri tüketmeye başladık.


En azından zamanımızı biraz değerlendirmek ve çevremizi tanımak için bir yürüyüş yapmaya karar verdik. Otelin önünden giden caddenin her iki tarafında da güzel mağazalar ve binalar vardı. Burası iyi bir semt olsa gerekti.Hafta sonu ve akşam olması nedeniyle hemen hemen her yer kapalıydı. Biraz yürüdükten sonra hem ısınmak hem de dinlenmek için Mc Donalds’a girdik. Hepimiz 1000’lik Kronlarımızı da bozdurmak istiyorduk. Neredeyse 10 kişi teker teker 1000 Kron uzatarak sıcak çikolata istedi. Eminim ki siparişi ve ödemeyi alan görevli hayatı boyunca böyle bir durumla karşılaşmamıştır. Çok komik olduğunu kabul ediyorum ama bizim grupta bu her zaman yaşandığı için bize artık olağan geliyor. İçimizden birisi alışveriş yaptığında gerekli mi gereksiz mi fazla düşünmeden aynısından alabiliyoruz. Artık sürü psikolojisi mi dersiniz yoksa birbirimizin zevklerine çok mu güveniyoruz onu bilemiyorum.


Seyahat bizi oldukça yormuştu ve dinlenmek için sonrasında otelimize döndük.

1 Mayıs 2016

Ertesi gün sabah erkenden kalktık ve kahvaltı için diğer aile odalarından birine gittik. 13 kişi nereye oturacağımızı şaşırdık. Sandalyeler, yataklar hep doldu. Odalarına gittiğimiz arkadaşlar biz gitmeden önce yataklarını topluyorlar ve bavullarını da ortadan kaldırıyorlarmış. Biz gittikten sonra da dökülen saçılan yiyecekleri toplamaya çalışıyorlarmış. 2 gün sonra isyan bayrağını açtılar tabi! Herkes kendi odasında yesin içsin dediler.

Kahvaltı öncesi bir harita çalışması yaparak gitmeyi düşündüğümüz Vigeland Sculpture Parkının bir gün önce yürüdüğümüz yolun biraz ilerisinde olduğunu tespit ettim. Hemen yola koyulduk. Yaklaşık 15-20 dakika yürüdükten sonra cennet gibi bir Parkın içine girdik.


Vigeland Parkı (Frogner Park)tek bir sanatçı tarafından yapılan Dünyanın en büyük heykel parkıymış. Gustav Vigeland’ın hayatı boyunca yapmış olduğu 200’den fazla bronz ve granit insan heykeli ile 13 adet eskitme dökme demirden oluşan kapıların büyük kısmı bu Park’da 850 metre uzunluğundaki bir aksiste 5 ayrı bölümde yerleştirilmiş. Bunlar Ana Kapı, Çocukların oyun alanıyla Köprü, Şelale, Monolith Platosu ve Yaşam Döngüsü olarak sıralanmış. Vigeland aynı zamanda Parkın dizaynını ve mimari yapısını da şekillendirmiş. Kendisinden sonra bu yapıya hiçbir ekleme veya çıkarma yapılmamasını vasiyet etmiş. Ne yazık ki Parkın son halini göremeden yaşama veda etmiş ve yapımına 1939 yılında başlanan Park son halini 1949 yılında almış. 

“Çıplak Heykeller Parkı” olarak nitelendirebileceğimiz bu Park Oslo'nun en çok ziyaret edilen, turistlerin ve yerli halkın akınına uğrayan bir Parkmış. 24 saat açık ve ücretsiz olduğunu da belirteyim. Yılda yaklaşık 1 milyon ziyaretçi gelmekteymiş. Binlerce insan geziyor burada ama bir tek çöp bile yok. Gerçekten çok temiz ve bakımlı bir Park. Heykeller dışında 3 bin ağaç ile 150 değişik cinste 14 bin gül ağacından oluşan gül bahçesi bulunan bu Parkta ayrıca eski bir baraj gölü, çocuk parkı, olimpik yüzme havuzu, futbol stadyumu, cafe ve Vigeland Müzesi olarak bilinen Oslo Şehir Müzesi de bulunmaktaymış.

Park’da bulunan heykellerin en önemli özelliği ise bir kaç istisna haricinde tamamının insan figürü olması ve bu insan figürlerinin tamamen çıplak olmalarıymış. Parkta bulunan insan heykelleri doğum, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık, ölüm gibi yaşam evreleri ile neşe, hüzün, özlem, kızgınlık, kıskançlık gibi duyguları da anlatıyormuş.

Peki kim bu Gustav Vigeland biraz da onu tanıyalım istiyorum. 1869-1943 yılları arasında yaşamış olan Gustav Vigeland, Norveç’in güneyinde yer alan Mandal adında küçük bir sahil kasabasında doğmuş. Eğitimi için Oslo’ya gönderilen Vigeland burada okuma yazma yanında ahşap oyma sanatını da öğrenmiş. Babasının erken ölümü üzerine geri dönerek Vigeland kentinde bir çiftlikte büyükbabasıyla yaşamaya başlamış. Uzun süre kaldığı bu kentin adını kendine soyadı olarak almış.

Daha sonra 1888 yılında Oslo’ya dönen Vigeland heykeltraş olmaya karar vermiş ve burada o zamanın ustalarından olan Bryunjulf Bergslien’den dersler almış. İlk yapıtının ismi “Hagar ve İsmail” olan Vigeland Kopenhag, Paris, Berlin ve Floransa’da bir süre bulunmuş ve bu dönemde kadın-erkek ilişkileri üzerinde çalışma fırsatı bulmuş. Oslo’ya dönmesinden sonra çeşitli çalışmalar sürdürmüş ve hatta kendisinden Norveç’in bağımsızlığını kazandığı 1905 yılından sonra Henrik Ibsen ve Niels Henrik Abel gibi ülkenin önde gelen kişiliklerinin anısına heykel ve büstlerini hazırlaması istenmiş.

1921 yılında Oslo kent yönetiminin aldığı kararla evi yıktırılmış. Ancak uzun bir süre sonra çalışmalarını yapabilmesi için ona bir yer tahsis edilmiş ve en sonunda 1924 yılında Vigeland Nobels’deki atölyesine taşınmış ve böylece Frogner Park’da yaptığı eserleri sergileme olanağı bulmuş. Burasının adı artık Vigeland Park olarak bilinmekteymiş. Vigeland’ın naaşı yakılmış ve külleri çan kulesinde saklanmaktaymış. Nobels’deki bu yapının adı daha sonra Vigeland Müzesi olarak değiştirilmiş.

Parkın içinde bir süre yürüdükten sonra heykellerin olduğu aksisin tam ortasına geldik. Ne tarafa gideceğimizi bilemedik. Önce Sütunu (Monolith) görmek istedik ve o tarafa doğru yürüdük. Yürüyüş yolumuzda bir havuz vardı ve havuzun ortasında ve kenarlarında insan figürlerinden oluşan heykel grupları vardı.



Burada bir süre oyalandıktan sonra Monolith Platosuna doğru yürümeye devam ettik. Platoya giriş sekiz döküm demir kapıdan yapılıyormuş ve bu kapılarda da insan figürlerini gördük. Daha uzaktan Sütun’un güzelliğini ve haşmetini görebiliyorduk.



14,12 metre uzunluğundaki bu yekpare granit sütun birbiri üzerine yığılmış 121 insan figürünün yaşam döngüsünü resmediyormuş. Sütun, Vigeland tarafından bulunan devasa bir granitin işlenerek bugünkü halini almasıyla sonuçlanmış. Sütun, merdivenle çıkılan bir alanın ortasında yer alıyordu. Merdivenlere çıkışta üçlü gruplar halinde 12 sıra dizilmiş ve hayatın çeşitli evrelerinde bulunan kadın erkek figürlerinden oluşan 36 heykel grubu öncelikle bizi karşıladı. 





Bu eserin tamamlanması tam 14 yıl sürmüş ve ancak Vigeland’ın ölümünden kısa bir süre önce tamamlanabilmiş. Hayranlıkla bakmaktan kendimizi alamıyoruz.




Geldiğimiz yoldan geri döndük ve Köprüde baloncuk çıkartanları gördük. Biz de güzel bir anı olsun diye fotoğraflarımızı çekmek istedik. İşte o an bir talihsizlik yaşandı ve arkadaşım Mediha çekim yaptıktan sonra aynı pozda olabilmek için biraz acele davranarak fotoğraf makinemi verdiğini düşünerek yere bırakıverdi. O an aklıma gelen sadece daha seyahatin başında olduğumuz ve hiçbir fotoğraf çekemeyeceğim oldu. Neyse ki makinenin köşesi sert darbeden dolayı kırılmasına karşın objektifine bir şey olmadığından çekim yapmaya devam edebildim. 


Köprü’nün her iki yanı da heykellerle doluydu. Burası 100 metre uzunluğundaymış ve gerçek boyutlarında tek ya da ikili insan heykellerinin olduğu 58 parçadan oluşmaktaymış. Vigeland bu kısmı 1926-1933 yılları arasında tamamlamış.






Köprüdeki en önemli ve ilgi çeken eser “Kızgın Çocuk” olarak isimlendirilen heykelmiş. Bu Heykel Parkın en tanınan heykeli olduğundan politik bazı protestoların da adresi olmuş. Üzerine birkaç kere boya dökülerek kırmızı ve mor renge boyanmış. Bir seferinde sol eli altın rengine boyanmış ve bir diğerinde Heykelin poposuna siyah bant yapıştırılmış. 1992 yılında da çalınmış ve ancak iki hafta sonra bulunabilmiş. Bu yüzden 40 kilo ağırlığında olan bu Heykel bir daha yerinden oynatılmaması için bulunduğu kaideye sağlam bir şekilde bağlanmış. 


Köprüyü yürüdükten sonra bitiminde aşağıya kıvrılan bir yol gördük. Bazılarımız yorulmuştu ve yorulanlar buldukları banklara oturdular. 5-6 kişi olarak o yolu yürüdüğümüzde ufak bir bahçe içinde bebek heykelleri gördük. Bu heykellerin tam ortasında ise yine meşhur bir heykel olan “Kafa Üstü Duran Bebek heykeli” bulunmaktaydı. Bu Heykel de bu Parkın ikinci ünlü heykeliymiş. Ayrıca bebek heykellerinin güzelliğinin yanı sıra burada harika bir göl manzarası da vardı. Ördekler, kuşlar, suyun, yeşilin güzelliği adeta mest olmuştuk.







Bütün bunların arasında zamanın nasıl geçtiğini fark edememişiz. 3-4 saat kadar süren bu Park gezimizden sonra otele dönerek hem ihtiyaç molası vermek hem de gitmeyi düşündüğümüz müzelerle ilgili resepsiyondan bilgi almak istedik. Şansızlığımız o gün 1 Mayıs resmi tatildi ve sonraki gün müzelerin çoğunun kapalı olduğu Pazartesi olacaktı. Resepsiyondaki güzel kız bize yardımcı oldu ve müzelerin web sayfalarına girerek Ulusal Müzenin 1 Mayıs’da kapalı olduğunu ancak Pazartesi günü açık olduğunu söyledi. Sanırım kendisi de anlamadı çünkü bunun yanlış bir bilgi olduğunu bizzat yaşayarak öğrendik. Gitmek istediğimiz Viking Müzesi ise o gün açıktı ve yol tarifi alarak vakit kaybetmeden oraya gitmek istedik. Çünkü bu Müze bir ada üzerinde bulunuyordu ve teknelerle gidilmesi gerekiyordu.

Otelimize yakın olan 7 Eleven marketinden yine bir kullanımlık biletler aldık. Resepsiyondan öğrendiğimiz numaraya göre otobüse binip limana geldik. Limanda bir süre adaya gidecek teknelerin yerini aradık. Bulduğumuzda vakit epey ilerlemişti. Neyse ki çok beklemeden tekneye bindik. Bilginiz olsun Müze adası diye tabir edilen Bygdøy bölgesine Nobel Barış Merkezinin önünden kalkan teknelerle gidip geliniyor.


Bu tekneler iki ayrı yerde duruyor. Biz Viking Müzesinin bulunduğu durakta indik. Ancak Müze o kadar yakın da değildi. Bir süre yürümek zorunda kaldık. Viking Müzesinde grup indirimi aldık ve kişi başı 100 Kron ödeyerek içeri girdik. Müzede çok fazla bir şey yoktu. 9.yüzyıldan kalma Dünyanın en iyi korunmuş Viking gemi kalıntıları, Viking dönemine ait çadırlar, mezarlar, ahşap oyma işleri, kızaklar, bir at arabası, giysiler, kullandıkları eşyalar falan vardı. Bizim arkadaşlar Müzenin içinde geçirdikleri vakitten çok Müze satış reyonunda geçirmeyi tercih ettiler.




Buradan tekneye dönerken Norveç Halk Müzesi (Norwegian Folk Museum) tabelasını görmüştük. Gelmişken orayı da görmek istedik. Bilet almak için ofise girdiğimizde Müzenin sergi kısmının akşam olması nedeniyle kapandığını ancak bahçe kısmını gezebileceğimizi söylediler. Önce bahçeyi gezip de ne olacak diye düşünürken bir de baktık ki geniş bir alanda ev, okul, kilise, tiyatro sahnesi gibi Norveç tarihinden kopup gelmiş yaşam alanları karşımıza çıkmaz mı! Burası Viking Müzesinden daha çok hoşumuza gitti. Ahşap yapıların pencerelerinden içerideki ev ve okul yaşamına dair izleri de görebildik. Bükreş’te de böyle bir açık hava müzesi gezmiştim. Tabi biz gittiğimizde saat geç olduğundan muhtemelen gün içerisinde daha canlı olacaktır.



Norveç Halk Müzesi’nde 155 adet birbirinden farklı geleneksel ev ve 13. yüzyılda ahşaptan inşa edilen Stave Kilisesi bulunmaktaymış. Müzenin açık olduğu saatlerde Müze’nin çalışanları bu evlerin içerisinde o dönemin yaşamını yansıtıyorlarmış. Dans eden çiftler, müzisyen, bakkal, hamur açan kadın, çiftçi, örgü ören kadın gibi çok çeşitli yaşam kompozisyonu sergileniyormuş. Çok geniş bir alana yayılan bir müze olduğundan en az yarım gününüzü ayırmanız gerekebilir. 


Bizim vaktimiz olmadığından 1 saat içerisinde gezimizi tamamladık ve geldiğimiz yoldan dönerek gelen ilk tekneye bindik. Limanda indiğimizde Nobel Barış Merkezini (Nobel Peace Center) gördük. Belki gezebiliriz diye düşündük ama yine 1 Mayıs resmi tatiline denk geldiği için içeriyi göremedik. Biz de dışarıdan fotoğraflamakla yetindik.


Norveç ve İsveç kraliyet ailesi üyelerinin katıldığı bir törenle 2005 yılında açılan Nobel Barış Merkezi, Alfred Nobel hakkında ve geçmişten günümüze Nobel Barış Ödülü alanların bilgilerinin yer aldığı, geçici sergilerin ve konferansların da düzenlendiği bir kültür-sanat merkeziymiş. Nobel Barış Ödülü Norveç tarafından verilmekteyken diğer ödüller İsveç tarafından veriliyormuş. Nobel Barış Ödül töreni ise 1990 yılından bu yana Oslo City Hall (Oslo Belediye Binası)'de yapılmaktaymış. Bu Binayı da uzaktan gördük. Bina 1950 yılında hizmete girmiş ve 1900-1950 yılları arasındaki Norveç tarihi, kültürü ve çalışma hayatını ele alan motiflerle dekore edilmiş.

Bir tarafta deniz diğer tarafta restoranların ve cafelerin sıralandığı güzel bir yoldan yürümeye başladık. Limanda denizin etkisiyle hava soğumuştu ve iyice sarınıp sarmalanmıştık. Buna rağmen yol üzerinde gördüğümüz Hennig Olsen’in meşhur bir dondurmacı olduğunu öğrenince o soğukta dondurma yemekten kendimizi alamadık. Herkes istediği çeşitleri söyleyip iki top dondurmasını aldı. Şenay ve Oya dondurmalarının üzerine bir sos döktüklerini ve soğan tadı aldıklarını söyleyince ne olduğunu anlamak için dondurmacıya yöneldim. Ön tarafta bir kasede kıtırlaşmış ve sarartılmış minik taneler vardı. Ne olduğunu anlamak için bakmaya çalışırken dondurmacı gülerek onun soğan olduğunu ve hotdog için kullanıldığını söyledi. Arkadaşlarımız bu sosu bizim dondurmacılarda olan fındık gibi bir sos zannedip dondurmalarını soğana bulamışlar. Buna epeyce gülüp eğlendik. Tadının çok güzel olduğunda ısrar ettiler ama bu çok da inandırıcı değildi.


En nihayet otobüsümüzü bulup otelimize döndük. Oldukça yorucu bir gün geçirmiştik. Şimdi akşam yemeği hazırlamanın zamanıydı. Norveç’e gidip kısır yapan ilk gezi grubu olacaktık. Herkes getirdiği 1 çay bardağı ince bulguru ve görev verilen yağ, salça, baharat gibi ürünleri toplanma odasına getirdi. Oya görev olarak büyük bir leğençe getirmişti. Baran kolları sıvadı ve kısırımızı özenle hazırlamaya başladı. Yağın biraz az olduğundan şikayet etse de oradaki şartlara göre gayet güzel bir kısır oldu. Tabaklarımız dolu bir şekilde kısırlarımızı yedik ve üstüne çaylarımızı içtik. Hatta Şenay bir de Türk kahvesi ve küçük kağıt bardaklar getirmiş. Üstüne bir de kahve keyfi yaptık. Sonrasında herkes odasına giderek yoğun geçecek bir diğer gün için dinlenmeye çekildi.



2 Mayıs 2016

Sabah yine toplanma odasında kahvaltımızı yaptık. Harita çalışmama göre otelimiz Kraliyet Sarayına (Royal Palace) çok yakın bir konumdaydı. Yürüyerek ve hiçbir güvenlik kontrolüyle karşılaşmadan Parkın içine girdik ve kısa bir süre sonra Sarayın önüne ulaşmıştık. 

1848 yılında tamamlanmış Neoklasik tarzdaki bu Saray Norveç’in en önemli tarihi yapıları arasında sayılıyormuş. 173 odalı ve Norveç kraliyet ailesinin yaşadığı bu Sarayın önünde Norveç-İsveç kralı Karl Johan’ın bir heykeli yer almaktaydı. Yaz aylarında Sarayın belirli bölümlerini rehberle birlikte gezebiliyormuşsunuz. Bu geziler 1 saat sürüp Norveçce ve İngilizce yapılıyormuş. Saraydaki en dikkat çekici şey ise geleneksel giysili askerler oldu. Bunlar her gün 13.30’da nöbet değişimi yapıyorlarmış ve çok renkli oluyormuş. Biz tabi bu saati bekleyemezdik. Askerle, Sarayla ve Heykelle bilumum fotoğraflar çektirip yolumuza devam ettik.





Sırada Ulusal Tiyatro Binası (National Theater) vardı. Bahçesinde pek çok güzel heykel bulunuyordu. Norveç’in drama tarihinde çok önemli bir yere sahip olan bu Tiyatro 1899 yılında Norveç’in ünlü oyun yazarı Henrik Ibsen’in bir oyunuyla açılmış. Mimarisi Barok tarzda yapılmış Binanın etkileyici bir görünümü vardı. Dünyada sergilenen pek çok ünlü eserin ilk kez burada seyirci karşısına çıktığı da söylenmektedir.



Yolun karşısında güzel bir bina vardı. Bunun Oslo Üniversitesinin bir fakültesi olduğunu öğrendik. Bu arada Kraliyet Sarayının önünden başlayan geniş bulvar Karl Johans Gate olarak adlandırılmakta olup Oslo’nun en canlı ve alışverişin en yoğun yaşandığı bir caddeymiş. Burada ünlü markaların mağazalarını görmeniz mümkün oluyor.


Üniversitenin yanındaki sokağa girerek Ulusal Müzeye (National Gallery) ulaşmaya çalıştık. Kapıdaki açılış saatlerine baktığımızda 10’da açıldığını gördük. Açılış saatine kadar biraz dinlenmek ve bir kahve içmek için sokağın başındaki cafeye oturduk. Kahvelerinin çok güzel olduğunu duymuştuk ama biz burada içtiğimiz kahveyi hiç beğenmedik.

Sonra saat geldiğinde Müze önünde hiçbir hareket göremeyince biraz işkillendik. Gidip açılış günlerini doğru düzgün okuyunca Pazartesi günleri kapalı olduğunu öğrendik. Ne yazık ki otel resepsiyonundaki kız bize doğru bilgi vermemişti. Müzeye giremeyişimize biraz hayıflandık ama bu yine de neşemizi bozmadı. Her zamanki ritüelimizi yaparak Müze önünde sıralandık ve fotoğrafımızı da çektirdik.


Ulusal Müze Norveçli ve Avrupalı birçok sanatçının sanat eserine ev sahipliği yapmaktaymış. Pazar günleri ise ücretsiz ziyaret edilebilmekteymiş. Ulusal Galeri'nin en değerli eseri ise Norveçli ressam Edward Munch’un Dünyaca ünlü “Çığlık” (Scream) tablosuymuş. Çığlık, Mona Lisa tablosundan sonra tanınan en meşhur tabloymuş. Çığlık resminin ön planında acı çeker gibi görünen bir figür, arka planında ise Ekeberg tepesinden Oslofjord’un görünümü yer alıyormuş. Oslofjord göğü ise kan kırmızısı rengindeymiş. Edvard Munch tarafından çizilmiş 4 adet versiyon bulunmaktaymış. 1994 ve 2004 yıllarında çalınan tablo sonra bulunmuş. 2012 yılında ise 119.9 milyon dolar gibi rekor bir fiyata satılmış.

Buradan yola devam ettik ve bir süre sonra Parlamento Binasının önüne geldik. Burası öyle güvenlik çemberine falan alınmış değil. Gayet rahat bir şekilde çevresinde gezebileceğiniz bir Binaydı. Hatta rehber eşliğinde içerisine de giriliyormuş. Biz içeri girmeden yola devam ettik. 


Biraz daha ilerleyince Oslo Katedralini (Oslo Cathedral) gördük. İçeri girmek istedik ama içeride ayin yapıldığından gezemeyeceğimizi sonra gelmemizi söylediler. Arkadaşlar çatpat Türkçe konuşan bir ermeni görevliyle konuşurken biz birkaç kişi içeri girerek Katedralin hem içini hem de ayini görme fırsatı bulduk. 



Buradan bir gün önce bulunduğumuz Limana yürüdük. Haritaya bakarak arkadaşları Norveç Ulusal Opera ve Bale Binasına yönlendirdim. Oslo Opera Binası kutupları ilham alarak inşa edilmiş. Çatısına da yürüyerek çıkabiliyor ve Oslo’yu panoramik olarak seyredebiliyorsunuz. Üçgen yapısı ve beyaz cephesiyle sudan çıkıyormuş görüntüsü verilmiş. Binanın içi ise meşe kullanılarak yapılmış ve giriş holü bir at nalı şeklinde dizayn edilmiş. Burada da çatıya kadar çıkıp Oslo manzarasını seyrettik ve hem ihtiyaç molası hem de dinlenmek amaçlı içerisini de görmüş olduk. Sabah kahvaltıda hazırlanan sandviçlerimizi yedik ve günün kalan bölümü için enerjimizi yeniledik.




Bundan sonra arkadaşlarımın isteği doğrultusunda Grönland’a doğru yürümeye devam ettik.Söylediklerine göre bu bölgede çok güzel restaurantlar varmış.




Ancak belki bizim gittiğimiz sokaklar öyleydi bilemiyorum bu bölge bize düşük gelirli insanların yaşadığı bir yer gibi geldi. Ortadoğulu ve Afrikalı insanların daha çok olduğu ve mağazaların, marketlerin çok salaş olduğu bir bölgeydi. Herkes bir araca binip bir an önce buradan gitmek için sızlanmaya başladı. Ekip başı olarak onların sızlanmalarına kulaklarımı tıkayarak hedefime doğru onları yürümeye zorladım. Ancak bulmayı istediğim Munch Müzesini (Munch Museet) bulamayınca birkaç kişiye sormak zorunda kaldım.

En nihayet Müzeyi bulduk ama 3 arkadaşımız çok yorulduklarını söyleyerek gezmek istemediler. 10 kişi olduğumuz için yine grup indirimli biletlerimizi aldık. Ancak içeri çanta almadıkları için ben fotoğraf makinesini de almayacaklarını düşünerek bütün eşyalarımı dışarıda oturan arkadaşlara bıraktım. Sonra deli gibi pişman oldum. Keşke o tabloları fotoğraflayabilseydim. Müzede Edward Munch’un eserleriyle birlikte Mayıs sonuna kadar Mapplethorpe isimli Munch'a göre daha yeni bir sanatçının eserleri de sergileniyordu.

Mapplethorpe şiddet, cinsellik gibi konularda eleştirel temalar içeren ve hem destek hem de tepkiyle karşılanan fotoğraflar çeken bir Amerikalı fotoğraf sanatçısıymış. Kendisi 42 yaşında HIV virüsünden ölmüş.


Oda oda gezilen Müze'de bir süre gezdikten sonra daha ilerdeki sergileri gezen ve grubumuzdaki iki erkek arkadaşımızdan biri olan arkadaşımız Reha koşarak geri geldi. Gezdiği bölümde çok ayıpçı resim ve fotoğrafların olduğunu söyleyerek bizi büyük bir şok yaşamaktan kurtardı. Görünce şaşkına döndüğümüz, modellerin o pozları nasıl verebildiği konusunda yorumlar yaptığımız bu fotoğraflar anlatılacak gibi değildi.Arkadaşımın çektiği çok abes olmayan bir fotoğrafı aşağıya ekliyorum.


Müzeyi gezdikten sonra gelmeyen arkadaşlara gelmemekle çok şeyler kaçırdıklarını söyleyerek büyük bir merak uyandırmayı da ihmal etmedik.Biz de biraz Müzenin önündeki sandalyelere oturarak soluklandık.




Sonrasında tekrar yürümeye başladık. Şimdiki hedefimiz rengarenk sokakları olan Grünnerlokka’ydı. Önce bir sokağın üzerinde devasa bir avize gördük. 


Devam edince rengarenk boyanmış sokağı bulduk. 



Fotoğraf çektirirken birkaç Norveçli sporcu genç grubun parçasıymış gibi bizim fotoğraf karemize girdiler. Biz de bu espriye karşılık onların fotoğraflarına dahil olduk. 


Bu sokağı da gördükten sonra yürüyerek merkeze yani Karl Johans Gate bulvarına geldik. Bugünkü planımıza göre akşam yemeğimizi dışarıda yiyecektik. Önce bulduğumuz bir hediyelik eşya mağazasına girerek altını üstüne getirdik. Mağaza sahipleri bizimle yakından ilgilenince yemek yiyebileceğimiz bir yer ismi sorduk. Söyledikleri mekanı bulduğumuzda bazı arkadaşlarımız balık yemek istemediklerini söyledi. Tekrar geldiğimiz yolu yürüyerek bu sefer Mc Donalds’ı bulduk. Norveç’e gidip hamburger yemek istemediğimiz için benim de dahil olduğum 4 kişi aynı yolu bir kez daha yürüyerek önerilen restoranta oturduk.



Yemeği yedikten sonra Süheyla ve Oya yoruldukları için otele dönmek istediklerini söylediler. Dönüş yolunu tarif ettikten sonra Seval ile birlikte diğer arkadaşların oturmuş olduğu bara gittik. Arkadaşlar uzun süredir orada oturuyorlardı. Dilek meyveli değişik bir içecek içtiğini söyleyince ben de ondan denemek istedim. Biraz da orada oturup muhabbet ettikten sonra dinlenmek üzere otelimize doğru yürüyerek gittik.

Oslo'da planladığımız geziyi ana hatlarıyla tamamlamıştık.Artık Norveç'de planladığımız diğer şehir ve kasabalara gidebilirdik. Seyahatimize siz de iştirak etmek isterseniz Flam yazısını okuyabilirsiniz. 


2 yorum:

  1. Harika bir yazı olmuş, çok beğendim, oldukça akıcı bir anlatım tarzınız var. Bundan böyle yazılarınızı takip etmek, gezilerinize de katılmak isterim. Başarılar ve iyi gezmeler dilerim. Benim de hayat felsefem : disin keserken yiyecek, ayakların baktıkça gezecen, gözlerin müsaade ettikçe okuyup, yazacaksin...

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yazı olmuş, çok beğendim, oldukça akıcı bir anlatım tarzınız var. Bundan böyle yazılarınızı takip etmek, gezilerinize de katılmak isterim. Başarılar ve iyi gezmeler dilerim. Benim de hayat felsefem : disin keserken yiyecek, ayakların baktıkça gezecen, gözlerin müsaade ettikçe okuyup, yazacaksin...

    YanıtlaSil