6 Mart 2018 Salı

On 02:53:00 by Gülten İşcimen in    No comments


2004 yılından bu yana Avrupa Birliği üyesi olan Slovenya’nın başkenti Lubliyana, 275 km2’lik bir alanda yaklaşık 300.000 kişilik nüfusa sahip küçük bir şehir. Kış aylarında eksi değerler görülen ve beyaza bürünen şehir yaz aylarında ortalama 25-30 derece gibi bir sıcaklığa sahip.



Hem Lubliyana sakinleri hem de turistler burayı bir insanın rahatça gezebileceği ölçekte bir şehir olarak tanımlıyorlar. Halbuki şehir orta büyüklükteki Avrupa şehirleri arasında bulunuyormuş. İnsanlara bu hissi veren özellikleri ise küçük şehir sıcaklığının bulunması, gezilecek yerlerin bir merkezde toplanması ve büyük başkentlerde bulabileceğiniz herşeye sahip olması ile açıklanıyor. Kış aylarındaki büyülü görüntüsü Avrupalı karakterini ortaya çıkarırken yaz aylarıyla birlikte rahat ve gevşemiş Akdeniz ruhu hissediliyor.


Buraya mutlaka gelin görün derim. Neden mi işte size şehrin bazı özellikleri.

Buraya gelen pekçok insan şehri Avrupa’nın gizli bir hazinesi olarak tanımlıyor. Farklı tarihi dönemlerde ve çoğu Dünya çapında bilinen mimar Joze Plecnik tarafından yapılmış eserlerle muhteşem bir manzaraya sahip şehir yılın her zamanında insanda fotoğraf çekme isteği uyandırıyor.           


Lubliyana, 2016 yılında Avrupa’nın yeşil başkenti seçilmiş. Yeşil alanların ve doğanın şehir merkezinde dahi korunduğu bir yer. Araç trafiğine kapalı sokaklarda ve parklarda yürüyerek gezilebileceği gibi bisikletle de gezme şansınız var.

Bu özellikleriyle romantik bir yönü olduğunu söylemek de mümkün. Zaten Lubliyana kelimesi sevgili anlamını taşıyan başka bir Sloven kelimesine tını olarak oldukça yakınmış. 

Lubliyana’da yıl boyunca farklı yaş gruplarına hitap eden pekçok festival yapıldığından canlı bir kültür merkezi olarak da adını duyurmuş. Avrupa’nın en eski yaz festivalinin yanısıra, caz, dünya müziği ve sokak tiyatrosu festivalleri de düzenleniyormuş. 

Enteresan bir bilgi olarak da şehir merkezinde ücretsiz wi-fi ve tuvalet bulunmaktaymış. 

Şehri kısaca tanıttığıma göre artık gezmeye başlayabiliriz.

13 Aralık 2017

Sabah erkenden Zagreb'den bindiğim otobüs yaklaşık 2 saat sonra sınıra yaklaştı. Önce Hırvatistan gümrüğünde bütün eşyalarımızı yanımıza alarak sıraya girdik. Çok ilkel bir şekilde uzun bir masanın üzerine eşyalar konularak 2 görevli tarafından ayrıntılı bir şekilde incelendi. Her paket açıldı, her bavul ve çanta didik didik arandı. Niyeyse Uzakdoğulu bir kızın eşyaları neredeyse en küçük parçaya kadar arandı. Tabi bu işlem otobüsteki herkes için yapılınca çok süre aldı ve neredeyse bir saat burada zaman kaybettik. Hırvatistan'da alkol fiyatları çok düşük olduğundan özellikle alıp Lubliyana'da satıyorlarmış. Aynı bizim Batum'la olan sınırımız gibi. Buradaki sınır işkencesi bitti bu sefer de Slovenya gümrüğünde yine eşyalarımızı sırtlanıp sıraya girdik. Neyse ki burada teknoloji kullanılıyordu ve eşyalarımız x-ray'den geçirilerek pasaportlarımız kontrol edildi. Aynı Uzakdoğulu kız burada da pasaportla ilgili bir sorun yaşadı. Tam herşey yoluna girdi derken otobüsün şoförünün belgelerinde eksiklik çıkmaz mı! Bu sefer de onu beklemeye başladık. Vakitlice Lubliyana'ya gideceğim derken gümrüklerde yaklaşık 2 saat vakit kaybettik. Meğer bunu yaşayan sadece ben değilmişim. Sonra tanıştığım Hırvat bir çift de aynı şekilde gecikmeli gelebilmişler.

Sonunda Lubliyana'ya girdik ve otobüsten dikkatli bir şekilde baktığım için otobüsün kalacağım hostelin adresinde bulunan caddeden gittiğini gördüm. Otobüs terminalinde indiğimde önce kar ve sonra da çok yoğun bir şekilde yağmur yağmaya başladı. Terminalin tam karşısında İstanbul isimli bir dönerci vardı. Hosteli kolayca bulacağımı düşünerek gördüğüm caddeden yürümeye başladım. Epeyce yürüdüm ancak adreste çıkmaz sokak olarak gözüken sokağı bir türlü bulamadım. Çabuk pes etmişim aslında biraz daha yürüseymişim sokağı bulacakmışım. Bir elimde şemsiyeyle bavulu sürüklemekten çok yorulmuştum. Geriye doğru tekrar yürüyerek gördüğüm dönerciye girdim. Zaten öğle yemeği saati gelmişti ve hem yemek yiyip hem de dinlenerek adrese daha detaylı bakmak istiyordum. Burada genelde insanlar tavuk ve et döneri karışık yiyorlar ama ben sadece ekmek arasına et döner istedim. Garnitür de konuldu ama yoğurt istemedim. Bilmeyenler için anlatayım. İlk kez Almanya'da bunu görmüştüm. Yabancılar genelde döneri sarmısaklı yoğurtla istiyorlarmış. Öyle de güzel oluyor ama ben etin tadını almayı tercih ederim. Yanına ikram olarak bardakla ayran da verdiler.

Oturup yemeğimi yerken hostelin adresini tekrar kontrol ettim. Bir süre sonra tekrar aynı yolu yürümeye başladım. En nihayet tam köprünün solundaki sokağı buldum. Keşke adres tarifi yapılırken köprüden bahsedilseymiş çok daha kolay bulunurmuş. 


Yağan yağmurdan hostelin resepsiyonuna kendimi zor attım. Çabucak işlemlerimi yaptılar ve beni kalacağım 4 kişilik odaya götürdüler. Kimse yoktu ve bana eşlik eden görevli istediğim yatağı seçebileceğimi söyledi. Gerçekten bu hostelden hem konumu açısından hem de oda konforu açısından çok memnun kaldım. Her odanın kendi banyosu ve mutfağı var. Küçük bir buzdolabı, mikrodalga fırın, ocak, tezgahta tencere, tava, kaşık, çatal gibi malzemeler bulunuyordu. Sadece büyük bir eksiklik olarak su ısıtıcısı yoktu. Neyseki benim yanımda plastik ısıtıcım vardı ve hemen kendime çay hazırlayıp biraz dinlenmeye çalıştım. 

Günü kurtarmak adına hemen hazırlanıp şehrin muhteşem köprülerini görmeye gittim. Zaten birini sokağın başında, hostelin hemen yakınında görmüştüm. 


Ejderha Köprüsü (Dragon Bridge) olarak adlandırılan Köprü 1901 yılında açılmış ve Yeni Sanat (Art Nouveau) tarzında inşa edilmiş. 1895 yılındaki depremde burada bulunan eski ahşap köprü yıkılmış. Şehrin yöneticileri buraya yeni ve en son teknoloji kullanılarak betonarme bir köprü yapılmasına karar vermişler. O zamanın yeni statik hesaplamaları ile inşa edilen köprü teknik bir anıt olarak da kabul edilmekteymiş. 1980'lerin başlarında hafif betonla restore edilen Köprü ülkede pek çok ilklere de imza atmış. Slovenya'daki asfalt döşenmiş ilk köprü, Lubliyana'daki ilk betonarme köprü ve inşa edildiği tarihte Avrupa'daki en geniş kemer olarak tarihe geçmiş. 


Köprü'nün her iki yanına korkutucu 4 tane ejderha yerleştirilmiş. Şehrin ve Slovenya bayrağının sembolü olan ejderha heykelleri betonarme ve sıradan bir köprüye hem renk katmış hem de bu köprüyle ilgili efsaneler oluşmasını sağlamış. Yerel anlatılara göre bakire kızlar köprünün üzerinden geçerken köprüde bulunan 4 ejderha kuyruklarını kızgın bir şekilde sallarmış. Bu yüzden de Slovenyalılar bu köprüye “kaynana” ismini vermiş. Burası diğer tarihi köprülere göre üzerinden yoğun bir trafiğin aktığı tek köprüdür. 


Efsaneye göre Jason, ülkesi Yunanistan'a dönerken bölgede dehşet salan ejderhayı öldürerek Lubliyana şehrinin kurulmasını sağlamış. Bu yüzden de ejderha ülkede bir sembol olmuş ve hemen hemen her yerde bir ejderha figürüne rastlıyorsunuz. 


Köprüyü geçer geçmez sağa doğru devam edince pazar yerini gördüm. Lubliyana Şehir Pazarı sadece alışveriş yapılacak bir yer değil. Geleneksel olarak yerel halk burada buluşuyor ve birlikte vakit geçiriyormuş. Bu Pazar oldukça geniş bir alanda, bulunuyor. Vodnikov Meydanı'nda kurulan üstü açık bir pazar yeri ile nehir boyunca Pogacarjev Meydanı'na kadar uzanan kapalı bir pazar yeri bu bölgeye canlılık katıyor. 


Açık hava pazar yerinde Slovenya’lı çiftçilerin yetiştirdikleri taze sebze ve meyveler satıldığı gibi tropik meyveler, kurutulmuş et ürünleri de satılmakta. İşin ilginç tarafı bizim pazarlarda olduğu gibi burada da kıyafet ve ayakkabı satılıyordu. 


Pazarın arka tarafındaki çiçek satıcıları da görülmeye değer. Sanırım noel zamanı olduğu için burası adeta bir çiçek bahçesi gibiydi. 


Her çarşamba günü burada organik pazar kuruluyormuş. Bazen de çiftçi birliklerinin temalı etkinlikleri oluyormuş. 

Açık hava pazar yeri yazları hafta içi 06.00-18.00 arası, cumartesi günü 06.00-16.00 arası açıkmış ve pazar günleri ile bayramlarda kapalıymış. Kışın hafta içinde de kapanış saati 16.00 oluyormuş. 

Kapalı pazar yeri Lubliyana’nın meşhur mimarı Joze Plecnik tarafından 1940-1944 yıllarında muhtemelen Rönesans etkisiyle sütunlar ve arklar kullanılarak iki katlı olarak dizayn edilmiş. Bu yüzden burası “Plecnik Kapalı Pazarı” olarak adlandırılmakta. Plecnik aslında bu yapıyı diğer tarafa başka bir köprüyle bağlamak istiyormuş ancak bu hayalini yaşarken gerçekleştirememiş. Bu yapının yol hizasındaki tarafında küçük küçük gıda dükkanları ve kafeler sıralanıyor. Hatta buralardan eviniz için alışveriş yapacağınız gibi ön tarafa konulmuş masalara oturup yemek de yiyebiliyorsunuz. Bu dükkanlarda ve kafelerde kurutulmuş et ürünleri, taze et, ev yapımı odun ateşinde pişmiş ekmekler, ev yapımı bisküviler ve tatlılar, çok çeşitli ev yapımı peynirler, kurutulmuş meyveler, zeytinyağı, baharat gibi ürünleri bulmak mümkün. Burada bir kafeye oturup kahvenizi içip geleneksel kekleri olan “potica” yı deneyebilirsiniz. 


Gerçi içine son gün girmek kısmet oldu ama yeri gelmişken buradan da bahsedeyim. Yapının üst katında Nehir tarafında restoranlar bulunuyor.


Alt kata indiğinizde çeşit çeşit deniz ürününü bulabileceğiniz bir balık pazarı sizi karşılıyor. Nasıl güzel ve taze gözüküyorlar anlatamam. 



Bu katta ayrıca bir sergi salonu ile bir restoran da bulunuyor. 

Kapalı pazar yerinde sanırım balık pazarı hafta içi 07.00-16.00 arası, cumartesi günü 07.00-14.00 arası açıkmış. Çünkü küçük dükkanları ve restoranları geç saate kadar açık gördüm. 

Pazar günleri bu bölgede bir de antika ve bit pazarı kuruluyormuş. Antikalar, resimler, mobilyalar, Yugoslavya zamanından kalma paralar, madalyonlar, üniformalar, yani ne ararsanız herşey bulunuyormuş. Cumartesi günü döndüğüm için maalesef bu pazarı göremedim. Gidecekler için belirteyim 08.00- 14.00 arası açık oluyormuş. 

Pazar yerinin yanından yürüyerek bir yandan da noel için kurulan pazara bakmaya başladım. Özellikle cam işleri çok güzeldi ama artık Euro bölgesine geçtiğim için çok da pahalıya geliyordu. 

Pogacarjev Meydanı'na geldiğimde Slovenya’nın bir diğer tarihi ve ünlü köprüsüyle karşılaştım. Kasap Köprüsü (The Butchers' Bridge), deyim yerindeyse Lubliyana’nın aşk köprüsüymüş. Aşıklar bu köprüye gelir ve sembolik olarak aşklarını kilitleyerek anahtarını aşağıdan akan nehre atarmış. Gerçekten de köprünün iki tarafına da yüzlerce değişik kilit asılmıştı. Ancak sadece aşıklar değil sanırım dilek için kilit takanlar da vardı. Çünkü emzik şeklinde pek çok kilit de gördüm. Sanırım kilit ticareti burada iyi para getiriyordur! 


Plecnik’in tasarladığı gibi açık hava pazar yerini karşıya bağlamak için 1930’lu yılların sonlarında böyle bir köprü yapılmak istenmesine karşın II. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle ertelenmek zorunda kalınmış. Daha sonra 2009 yılında inşaat başlamış ve Köprü ancak 2010 yılında açılabilmiş. 

Köprü daha önce kasapların barakalarının bulunduğu bölgenin ortasına yapıldığından bu isimle anılıyormuş.   

Köprü, Slovenya’lı meşhur heykeltraş Jakov Brdar tarafından yapılan heykel ve dikitlerle bir ölçüde sanatın sergilendiği modern bir görüntüye kavuşmuş. Brdar’ın ilginç ama bir o kadar da ürkütücü büyük heykelleri ve yaratık şeklinde betimlediği küçük heykelleri görülmeye değer. 


Ayakta duran büyük heykel Prometheus’u ve Hristiyan/Yahudi mitolojisini çağrıştırırken küçük heykeller bölgenin eski kasap geçmişine gönderme yapıyormuş. 


Bir de köprüye adım atmadan bir kadın ve bir erkek heykeli var ama bununla ilgili bilgi bulamadım. 


Küçük yaratıklara bile kilit takılması hoş bir görüntü olmuş. 



Köprü'den geçip bu sefer nehrin diğer tarafından yürümeye başladım ve çok geçmeden kendimi Lubliyana’nın en önemli meydanı olan Preseren Meydanı'nda buldum. 


İşte burası Lubliyana’nın en önemli yeri. Hatta Meydanın sadece Lubliyana’nın en önemli merkezi ve buluşma noktası olmasının yanında Slovenya milletinin ruhani bir merkezi olduğu belirtiliyor. Meydan araç trafiğine kapalı ve yaya bölgesi olmuş. İnsanların buluşma noktası olması dışında burada konserler, festivaller, Lubliyana Karnavalı, spor aktiviteleri, politik veya başka nedenlerle protestolar yapılıyormuş. 

Meydan 2007 yılında yeniden düzenlenmiş. Yılın her dönemi oldukça renkli ve hareketli olan bu meydanda noel için yiyecek içecek standları kurulmuştu. 


Meydanın doğu tarafında Slovenya’nın ulusal şairi France Preseren’in ((1800-1849) başının üstünde elinde defne dalı tutan bir ilham perisi ile birlikte dizayn edilmiş bir heykeli yer alıyor. Zaten Meydan da ismini bu heykelden alıyor.


Preseren Anıtı, mimar Maks Fabiani ve heykeltraş Ivan Zajc tarafından yapılmış ve 1905 yılında tamamlanmış. Şairin “Şerefine kadeh kaldırmak” (A Toast/ “Zdravljica) olarak çevirebileceğimiz şiiri Ülkenin milli marşı olarak kullanılmakta. Şairin yüzü sembolik olarak Meydanın karşısındaki Wolfova Sokağı'ndaki binanın ön tarafında bulunan büyük aşkı Julija Primic’in heykeline bakacak şekilde yerleştirilmiş. Ne aşk ama! 


Preseren Meydanı Orta Çağ Lubliyana’sına uzanan şehir kapılarından birisinin önünde kurulmuş. Yolların kesiştiği noktada 17. yüzyılda inşa edilmiş bir Fransisken Kilisesi (The Franciscan Church of the Annunciation) bulunuyor. Kilise, sonraki yıllarda yeniden inşa edilmiş ve restorasyon görmüş. Kilisenin kırmızı rengi Fransisken manastırlarına özgü sembolik bir renkmiş. Bu Kilise 2008 yılında kültürel bir anıt olarak koruma altına alınmış. İçine de girdim ama diğer kiliselerden çok farklı bir atmosferi yoktu. 


Kilisenin ön yüzünde bir de Lubliyana’nın en büyük Madonna heykeli olan bakır bir St. Mary heykeli bulunuyor.


Preseren Meydanı Lubliyana’nın bir diğer önemli köprüsü olan Üçlü Köprü'ye (Triple Bridge) açılıyor. Üçlü Köprü'nün yerinde eski, ama Orta Çağ'da stratejik önemi olan ahşap bir köprü varmış. 1842 yılında bu eski köprünün yerine taş bir köprü inşa edilmiş. Ancak 1929-1932 yıllarında yayaların geçmesi amacıyla bu köprünün yanlarına birer köprü daha eklenmiş. Bunun yanında eski köprünün yanlarındaki metal korkuluklar sökülmüş, üç köprü de büyük taş parmaklıklar ve lambalarla süslenmiş. Köprüden iki merdivenle görsel zenginliğini artırmak için kavak ağaçları dikilen nehir kenarına kadar inebilmek mümkün oluyor. Köprünün bu yeni hali Lubliyana’nın benzersiz mimarisini yaratan Joze Plecnik tarafından gerçekleştirilmiş. 


Vakit ilerlemiş ve artık akşam olmaya başlamıştı. Işıklarla her yer çok güzel gözüküyordu.


Hostele dönüp sıcak bir şeyler içip sonra akşam yemeği için merkeze gelmeyi planladım. Kaldığım yer çok yakın olduğundan gidip dönmesi çok uzun sürmeyecekti. Odamın kapısını açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu. Yatakların birisinde bir kız oturmuştu ve içeri girince İngilizce selam verdi. Biraz sohbetten sonra siz Türk müsünüz diye soruverdi. Bundan sonra aramızdaki konuşma Türkçe devam etti. Zagreb’de Diş Hekimliği bölümünde Erasmus öğrencisi olan Şeyma aslında Viyana’ya gidecekmiş ama vize aldığı Slovenya yetkilileri en az 1 gece burada konaklaması gerektiğini söyleyince mecburen Lubliyana’ya gelmiş. Resepsiyondaki görevli de bu odada bir Türk olduğunu, isterse orada kalabileceğini söyleyince bunu kabul etmiş. Odaya yerleşmiş ve biraz gezip geri dönmüş. Beni beklediğini ama odaya girdiğimde beni Türk'e benzetemediğini anlattı. Çok tatlı, hoş sohbet bir kızımız Şeyma. İyi ki onu tanımışım ve iyi ki kader yollarımızı kesiştirmiş. Önce birlikte sıcak bir bitki çayı içtik. Sonra birlikte çıkıp bütün şehir merkezini en azından 4- 5 kere turladık. 


Daha önce gördüklerini o bana gösterdi, benim gördüklerimi ben ona gösterdim derken yorgun argın hostele döndük. Tek pişmanlığım döne döne aynı yerleri turlayacağımıza ertesi gün gittiğim ve aslında kaldığımız yere çok yakın olan Metelkova bölgesine gidebilir ve böylece Şeyma’nın da orayı görmesini sağlayabilirmişiz. Bu da gece ışıklarıyla Preseren Meydanından. 


Sabah çok erken ayrılacağı için Şeyma ile vedalaşarak yataklarımıza gittik. Zagreb’deki gürültülü hostelden sonra Lubliyana’da bu sakin ve sessiz yerde ilk gece bebekler gibi uyumuşum. 

14 Aralık 2017 

Sabah Şeyma’nın gidişini hayal meyal hatırlıyorum. Sonra saat 8 civarında kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra tekrar merkeze doğru yürümeye başladım. Önce sokak aralarına girerek gezmeye başladım. Çok güzel sokakları var ve birçoğu araç trafiğine kapatılmış sadece yaya yolu olarak kullanılıyor. Nehir boyunca sıralanan pek çok kafe ve restoran bulunuyor. Burası yaz aylarında muhteşem olmalı. 


Böyle amaçsız bir şekilde yürürken Belediye Binasının olduğu Mestni Meydanına geldim. Bu Meydan 12. yüzyıldan başlayarak Orta Çağ Lubliyana’sının önemli merkezlerinden birisi olmuş. Ancak 1511 yılında gerçekleşen deprem nedeniyle Orta Çağ mimarisiyle yapılan bir çok bina yerle bir olmuş. Bunların yerine günümüze kadar ulaşabilen Rönesans ve Barok stilinde binalar inşa edilmiş. Bunlardan en önemlisi önünde meşhur Robba Çeşmesi bulunan Belediye Binasıymış. Bu bina birbirine açılan binalardan oluşuyor. İçine girdiğimde büyük bir avlu ve ortasında süslenmiş bir ağaç ile kuyunun bulunduğunu gördüm. 


Binalar daha önce bölgenin önde gelen Dolnicar ailesine aitken yerel otoriteler 17 ve 18. yüzyılda bunları satın almış. Ön yüzü daha sonra 1780 yılında yeniden yapılmış. 


Meydandaki çeşme ise 1743 ve 1751 yıllarında Francesco Robba tarafından yapılmış ve bu nedenle de çeşmeye onun ismi verilmiş. 


Mestni Meydanının çevresinde Belediye Sarayı ve Çeşme dışında pekçok ilginç bina bulunuyor. Bunlardan birisi bugün artık Şehir Sanat Müzesi olarak kullanılan Haman Evi olarak gösteriliyor. 

Bir diğeri ise ön yüzü heykeltraş Osbalt Kittl tarafından 1540 yılında yapılan rölyeflerle zenginleştirilen ve 18. yüzyıldan kalma bir merdiveni olan Lichtenberg Evi. Skoberne Evi'nin ön yüzü de aynı dönemlerde yapılmış. Rakovec ve Obrez Evleri mimar Matija Persky tarafından inşa edilmiş. Souvan Evi, 17. yüzyılda Francesco Coconi’nin sanat, ticaret ve ziraati temsil eden rölyefleriyle İmparatorluk stilinde ön yüzü yapılan Meydanın en uzun yapısıymış. 


Meydandan sağa dönerek sokağın sonuna kadar yürüdüm. Bu bölgede yürürken kulağıma sürekli bir müzik sesi geliyordu. Başlangıçta bunun enstrüman çalışılan bir binadan geldiğini düşünmüştüm. Ancak daha sonra farkettim ki çok ünlü klasik eserleri sabahtan başlayarak akşama kadar sokaklara yerleştirilen hopörlörlerden yayınlıyorlar. Çok hoş bir düşünce ve gerçekten çok beğendim. Sokağın sonuna gidildiğinde bir de müzik notaları asılmış bir sokak görüyorsunuz ve akşam ışıklandırıldığında muhteşem gözüküyor. 



Müzik notaları asılı olan sokağın başında üzerine püsküllü bir şapka takılmış sanırım bir çeşme var. Çok eğlenceli değil mi! 


Kale yönünü gösteren tabelayı izleyerek yolu tırmanmaya başladım. Önümde de başlarında öğretmenleri olan küçük çocuklardan oluşan bir okul grubu vardı. 


Yukarıya tırmandıkça dönüp panaromik olarak gözüken şehri seyrediyor ve fotoğraflarını çekiyordum. 



En sonunda Kale'ye ulaştım ve yavaş yavaş başlayan yağmurdan korunmak için hemen kapalı alana kendimi attım. Lubliyana Kalesi’ne fünikülerle de çıkılabiliyormuş. Ancak ben fünikülerin çalıştığını görmedim. Belki de sadece yaz aylarında çalışıyordur. Zaten Kale'ye yürüyerek çıkmak o kadar da yorucu olmuyor. 



Lubliyana Kalesi 11.yüzyılda inşa edilmiş ve diğer kaleler gibi savunma amaçlı yapılmış. Kalenin içinde bir Manzara Kulesi var ve şehre muhteşem bir bakış açısı sağlıyor. Ben de öncelikle bu kuleye tırmanarak manzaranın keyfini çıkardım. 


Kulede bulunan açık alan da panoramik bir bakış sağlıyor. 



Kale'de Slovenya tarihine ilişkin bir müze, kukla müzesi ve bazı tarihi odalar bulunuyor. Kalenin koruma altına alınmış alanlarını gezdikten sonra önce hapishaneyi gördüm. Küçük hücrelerden oluşan bu yer çok korkutucu gözüküyor. 


Daha sonra aşağıya doğru inilen bir merdivenin sonunda St. George Şapelini gördüm. Küçük bir yer olduğundan görevli rahat gezebilmem için hatta dışarı çıktı. 


Kale büyük bir alanda bulunduğundan burada sanat sergileri düzenleniyor ve bunun yanısıra özellikle yaz aylarında kültürel faaliyetlerin, aile etkinliklerinin, dans gösterilerinin ve açık hava film gösterimlerinin yapıldığı bir kafe ve iki de restoran bulunuyormuş. 


Kale'deki gezim tamamlanınca yokuş aşağı şehir merkezine doğru yürüdüm. Farklı bir yoldan inince eski olduğu her halinden anlaşılan çok heybetli bir kiliseyle karşılaştım. St. Joseph Kilisesi 1912-1914 yıllarında inşa edilmiş ve bunun yanındaki Manastır  ise daha önce 1896 yılında yapılmış. Her iki yapıya da daha sonra çeşitli eklemeler inşa edilmiş. 


Buradan Nehir kenarına gelip o hizada yürüdüğümde çok eski bir köprüyle karşılaştım. Adamın birisi oltayla balık tutmaya çalışıyordu. Köprünün adının ne olduğunu bulamadım. 


Nehir kenarında yürüyüşümü sürdürdüm.


Pazarın arka tarafında bulunan St Nicholas Katedrali'nin içini de görmek istedim. Katedral'in bulunduğu alanda daha önce tarihi 1262 yılına kadar giden üç nefli bir Roma kilisesi varmış. 1361 yılında bu kilise yandığından yerine Gotik tarzında başka bir kilise inşa edilmiş. Bu kilise de 1469 yılında muhtemelen Osmanlılar tarafından yakılmış.




1701-1706 yıllarında mimar Andrea Pozzo tarafından Latin haçı şekli verilmek için yanlarına şapel eklenen yeni Barok tarzında bir kilise inşa edilmiş. Bunun kubbesi ise ancak 1841 yılında yapılabilmiş. Katedral'in içerisinde 18. yüzyıldan kalma yerel sanatçıların freskleri, resimleri ve heykelleri bulunuyor. Artık kilise içinde fotoğraf çekmediğimden bunları gösteremiyorum. Bunlardan en önemlisi Francesco Robba tarafından Katedral'in sol nefine yapılan melekler olmalı. 


Ancak Katedral'in batı ve güney tarafındaki bronz kapılar görülmeye değer ve kaçırılmaması gerekir diye düşünüyorum. Ana kapı, Tone Demsar tarafından 1996 yılında yapılmış ve Papa II. John Paul‘ün Katedrali ziyaretinin anısına ve Slovenya’nın Hristiyan olmasının üzerinden 1250 yıl geçtiği için bunun kutlanması amacıyla yapılmış. 


Mirsad Begic tarafından yapılan yan kapılarda ise 6 kardinalin önde uzanan İsa figürüyle birlikte sıralanmış portreleri görülüyor. 


Katedralin içini görüp dışarı çıktım ve Nehir kenarından yürümeye devam ettim. Merkeze yaklaştığımda sokak aralarına girip çıkmaya başladım. İşte o zaman kablolara asılı ayakkabıları gördüm. Ayakkabılar aslında birkaç sokakta daha varmış ancak en yoğun görüldüğü yer daha önce köprünün yanında dükkanları olması nedeniyle Ayakkabıcılar Köprüsü (Shoemaker’s Bridge) olarak bilinen bölgeymiş. 


Ayakkabılar tek tek asıldığı gibi çift olarak da asılmış. 7-8 yıl öncesine kadar asılı ayakkabı diye bir olay yokmuş. Sadece turistik bir uygulama ve bölgenin geçmişine atıfta bulunuyor. Bununla ilgili hatta kısa film hazırlanmış ve yerel halkla turistlere bu ayakkabıları sormuşlar. İlgilenenler için belgeselin ismi “Shoe Knows?”. 


Kunduracılar Köprüsü (Cobblers’ Bridge) ise tarihi 13. yüzyıla dayandığından muhtemelen Lubliyana’nın en eski köprüsü. Cobblers Bridge adını o dönemde ayakkabıcıların köprüye yakın dükkanları olması ve ürünlerini de bu köprü üzerinde sergilemesinden aldığı rivayet ediliyor. Köprü ahşap olarak inşa edildiğinden yangın ve deprem sebebiyle yıkılmış. Yerine hiçbir özelliği ve güzelliği olmayan dökme demir kullanılarak yeniden yapılmış.


Bu güzel bina da tarihi olduğu her halinden belli olan posta binası.


Preseren Meydanı'ndan sola dönüp biraz ilerlediğimde Kongresni Meydanına ulaştım. Burası Lubliyana’nın en büyük meydanlarından birisiymiş. Oldukça güzel ve bakımlı binalarla çevrelenen meydanın ortasında bir puz pateni sahası bulunuyordu. Bu Meydan daha önce Barok döneminde burada bulunan küçük bir meydanın yerini almış. 1821 yılında Kutsal Birlik Kongresi için yapılmış ve o tarihten sonra da bu adı korumuş. 


Meydanın güney ucunda daha önce Kongrenin toplandığı ve sonra Vali Konağı olan bina halihazırda Lubliyana Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmakta. Mimarisi oldukça hoş bir bina olduğunu söylemeliyim. 


Üniversite binasının önünde bir de 1955 yılında France Kralj tarafından yapılmış Evropa isimli bir heykel çalışması bulunuyor. 


Bu binanın hemen yanında Yanılsama Müzesi (Museum of Illusions) bulunuyor.


Üniversite binasının diğer tarafında Slovenya Filarmoni Orkestrası binası var. 


Bu binanın yanında da 1894’de kurulan “Slovenya Kraliçesi” isimli Slovenyanın en eski yayınevi bulunuyor. 


Kuzey ucunda neoklasik Kazina binası görülebilir. Ortadaki alan Zvezda (Star) Park olarak isimlendiriliyor ve bu alanda pek çok tarihi gösteri gerçekleşmiş. Aslında bu alan Roma döneminde mezarlıkmış. Roma geleneklerine göre Emona’nın mezarlıkları şehir duvarlarının dışında olurmuş. Bir Emona heykeli yakılan cesetin külleri ile birlikte buraya gömülürmüş. 


Parkın diğer tarafında çok güzel bir müzik pavilyonu bulunuyor. 

1722 yılında Francesco Robba tarafından yapılan ve orjinali Lubliyana Şehir Müzesinde olan Kutsal Üçlü (Holy Trinity) Sütununun bir kopyası Ursuline Kilisesi'nin önüne yerleştirilmiş. Fotoğrafta görülen Ursuline Kilisesi ise 1718-1726 yıllarında yapılmış. 


Bu bölgede gezdikten sonra hostele dönüp biraz dinlendim ve sonra yürüme mesafesinde olan Metelkova Özerk Bölgesine gittim. Aslında hiç bilgim olmadan gittiğim bu yer adeta bir masal diyarına benziyormuş.

Metelkova’nın bir kültür merkezi olarak tarihi 1993 yılına kadar gidiyor. Burası Yugaslavya ordusunun Slovenya kışlası olarak kullanılırken 10 Eylül 1993 gecesi Metelkova Ağı olarak bilinen çoğunluğu yeraltı sanatçıları ve entellektüelleri olan bir grubun önderliğinde 200 kadar Slovenyalı gencin yerleşmesi ve yaşam alanı haline getirmesi ile oluşan bir bölge. 19. Yüzyılın sonlarında Avusturya-Macaristan ordu kışlası olarak inşa edilen binalar Slovenyalı az bilinen sanatçılar tarafından pek çok müdahaleye uğramış, değiştirilmiş ve dönüştürülmüş. 12.500 m2'lik bir alana yayılan bu bölge özgür yaratıcı ruhlar için bir başarı hikayesine dönüşmüş. 



Bugün artık bu bölge Lubliyana’ya gelenlerin mutlaka görmesi gereken turistik bir alan haline gelmiş. Burada binaların duvarları harika graffitilerle dolu çok sayıda sanat galerileri, sanatçı stüdyoları, tasarımcılar için bölgeler, gece kulüpleri, barlar bulunuyor. Bölgedeki tek ruhsatlı bina hapishaneden dönüştürülen bir hostelmiş. 



Ben gitmeye cesaret edemedim ama Metelkova’da asıl yaşam gece başlıyormuş! Burada yılın her döneminde bir program dahilinde yapılan düzenli konserlere, Dünya çapında meşhur sanatçı ve DJ’lerin etkinliklerine, sanat sergilerine ve festivallere denk gelmek mümkün. 



Metelkova ziyaretçileri oldukça karma bir grup. Öğrenciler, yeraltı müzik fanları, Lubiyana’yı ziyaret eden turistler ve gece yaşantısını seven profesyoneller gibi her yaş ve sınıftan müdavimi varmış. 



Sağıma soluma tekrar tekrar bakmaktan kendimi alamadım. Oldukça değişik ve biraz da ürkütücü bir bölgeydi. Yağmur başladığından ve hava da kararmaya yüz tuttuğundan buradan ayrıldım. İlk gün gittiğim dönerci buraya oldukça yakın sayılırdı. Oraya gidip önce bir sebze çorbası ve sonra döner istedim. Nedense bu seyahatimde yerel mutfağı denemeyi hiç istemedim. 

Preseren Meydanına giderek orada sahne alan bir grubu dinlemeye başladım. Oturacak bir tabure bulup içecek siparişi verdim. Çok eğlenceli bir ortamdı ve insanlar o kadar şen şakraktı ki iki kadın dansetmekten bile çekinmiyorlardı. Genç yaşlı herkes gülüp dansediyordu. Kvinta Ansambel yani Beşli Grup adlı müzisyenler gerçekten çok güzel çalıp söylüyorlardı. Slovence şarkıları da böylece dinlemiş oldum. Halk şarkıları yani folklorik müzik sırasında insanlar da şarkılara eşlik ediyorlardı. 



Burada çok eğlendim ve üstüne de dinlenmiş oldum. Sonra grubun programı sona erince yemeklerini tadamadım bari gidip bir tatlılarını deneyeyim dedim. Önerilen bir pastane olan Cacao yolumun üstündeydi. İçerisi girenlerle çıkanlarla sürekli hareket halindeydi. Önce frambuazlı cheesecake siparişimi verdim. Kısa sürede servisi yaptılar. O kadar lezzetliydi ki anlatamam. Bitmesin diye azar azar yemek zorunda kaldım. Çok pahalı olmadığını da söylemeliyim. Sanırım 5-6 Euro gibi bir rakam ödedim. 


Sonrasında yine nehir kenarında yürüyüş ve hostele dönüş.



Böylece bir günü daha tamamlamıştım. 

15 Aralık 2017 

Lubliyana’daki son günümü etkin bir şekilde kullanmak istiyordum. Gittiğim yerlerde artık birkaç müze tespit edip bunlara gitmeye çalışıyorum. Burada da ikinci gün müze haline dönüştürülen kaleye çıkmıştım ve bugün de Arkeoloji Müzesine gitmek istiyordum. 

O kadar dua etmeme karşın yağmur yağmaya devam ediyordu. Bir elimde şemsiyeyle fotoğraf çekmek pek mümkün olmuyordu. Önce yukarıda pazar kısmında fotoğraflarını koyduğum Balık Pazarına (Ribarnica) gittim. Çeşit çeşit ve taptaze deniz ürününü hayranlıkla ve biraz da merakla seyrettim. 

Buradan hızlı bir şekilde Kongre Meydanına yürüdüm. Nedense caddenin karşısındaki sarı büyük binanın Arkeoloji Müzesi olduğunu düşünmüştüm. Binanın üst katına çıkıp neredeyse bilet alıyorken görevli buranın Okul Müzesi olduğunu söylemez mi! Tarifi üzerine meydanın diğer ucuna yürüdüm ve aynı tarzda başka bir sarı binanın içine daldım. Güvenlik görevlisi bana bu binanın lise olduğunu söyledi ve gelen yaşlıca bir öğretmene müzenin yerini sordu. O da kem küm cevap verince görevli üşenmeyip internetten müzenin yerini buldu ve bana tarif etti. Aslında ilk görevli de doğru tarif yapmış ama ben ters yöne doğru gitmişim. Neyse bu şekilde doğru yönü bulunca kolayca müzeyi buldum. 

Müzenin karşısında zaten Parlamento binası da bulunuyor ve burası oldukça şık bir bölge. Müze binasının kendisi de çok eski ve tarihi. Bina 1883-1885 yıllarında Viyana’lı mimar Wilhelm Resori tarafından Neo-Rönesans tarzında tasarlanmış ve Lubliyana’lı mimar Viljem Treo tarafından da hayata geçirilmiş. İç dizaynını da Jan Vladimir Hrasky yapmış. Bina, o zamanki hanedandan Prens Rudolf’a atfen Rudolfinum olarak da adlandırılmış. 


Ulusal Tarih Müzesi olarak isimlendirilen bu Slovenya müzesi, Dünya kültür mirasının en önemli hazinelerine de ev sahipliği yapıyor. Binanın içine girip biletimi almak istedim. Bina da ayrıca Doğal Tarih Müzesi (Natural History) de bulunuyor ve istersem kombine bilet alarak burayı da gezebileceğimi öğrendim. 8,5 Euro ödeyerek biletimi aldım ve önce Doğal Tarih bölümüyle başlamak istedim. 


Daha ilk sergi salonuna girer girmez büyülendim. İyi ki de bu müzeyi gezme kararı almışım.Slovenya Ulusal Müzesiyle aynı binayı paylaşan Slovenya Doğal Tarih Müzesi ülkenin en eski kültürel ve bilimsel enstitüsüymüş. Orijini 1821’de kurulan Carniola İl Müzesine dayanıyorken 1921 yılında ulusal müzeye dönüştürülmüş. Müzede geçici sergiler olduğu gibi sürekli sergilerinin zenginliği göz dolduruyor. Ziga Zois Mineral ve Kitap Koleksiyonu, Hohenwart Yumuşak Kabuklular Koleksiyonu, Ferdinand J. Schmidt Böcek Koleksiyonu, çeşitli bitki koleksiyonları ve daha neler neler anlatmakla bitmez. 

Müzede bunların yanısıra mağara semenderi, dağlarda, sulak arazide ve ormanlardaki vahşi yaşamın dioraması, tam bir mamut iskeleti, sürüngenler, balıklar ve çok çeşitli omurgalı hayvan iskeletleri görülebiliyor. 

Zaten sergi salonuna girer girmez devasa boyuttaki mamut iskeletini gördüm. Paleantolojik dönem buluntularından olan ve yaklaşık 20.000 yıllık olduğu tahmin edilen bu iskelet Kamnik şehri yakınlarında Nevlje’de bulunmuş. 


Triglav Dağlarında bulunmuş tarihi 210 milyon yıl önceye dayanan 84 cm uzunluğunda balık iskeleti de görülmeye değer. 


Ayrıca Slovenya tepelerinde bulunan Miyosen dönemine ait çubuk dişli bir balina iskeleti de burada bulunuyor. 


Bu ise bir mağara ayısının iskeleti.


Müzenin en önemli koleksiyonlarından birisi Baron Sigmund Zois’nin mineral koleksiyonu. Bu koleksiyon tarihi bir koleksiyon olmakla birlikte modern yöntemlere göre sınıflandırılarak müzeye yerleştirilmiş. Bunların arasında Zois’in adı da verilen zoisite minerali bulunuyor. 


Ayrıca, bu bölümde Palnstorf‘un mineral ve kaya koleksiyonu da sergileniyor. 


Hohenwart'ın yumuşak kabuklular koleksiyonu ise çoğunlukla Pasifik Okyanusunda bulunan ve tarihi 1831’e kadar giden yaklaşık 5000 kabuklu türünü kapsıyormuş. 


Ferdinand J. Schmid’in böcek koleksiyonu ise 1831’de ilk mağara böceği olarak tanımlanan “dar boyunlu” kör mağara böceği de dahil çok çeşitli böcek türlerini içeriyor. Bunların dışında müzede kuşlar, kelebekler ve çeşitli hayvan iskeletleri sergileniyor.




Doğal Tarih Müzesini gezmeyi tamamladıktan sonra Ulusal Müze kısmına yöneldim. Koridordaki görevli kadın ısrarla beni müzenin diğer ucuna yönlendirmeye çalıştı. Çünkü o sırada rehberli küçük bir grup gelmişti ve onlara öncelik vermek istiyordu. Gittiğim salonda restorasyon çalışmaları vardı ve içeri giremediğimden geri döndüm. Görevli kadının müzede ne olup bittiğinden haberi yok anlaşılan. Anlatmaya çalışmama rağmen doğru düzgün İngilizce de bilmediğinden bunu anlayamadı. Restorasyonu gözleriyle görünce en sonunda beni gezebileceğim bir salona götürmeye razı oldu. 


Müzede, Tarih Öncesi (Prehistoric) döneme ait çok önemli buluntuların yanısıra Roma Dönemine ait kalıntılar da sergileniyor. Dünya Kültür Mirası olarak kabul edilen en önemli buluntu ise Divje Babe mağarasının kazı alanından çıkarılan Neanderthal döneme ait 60.000 yıllık bir flüt. Dünyanın en eski müzik aleti olarak kabul edilen bu flütün genç bir mağara ayısının uyluk kemiğinden yapıldığı, üzerindeki deliklerin ve uzunlukların melodik bir ses çıkarmak amacına yönelik olarak tasarlandığı anlaşılmış. 


Bu keşif, Neanderthal dönemde yaşayan insanların sadece karın doyurmanın dışında sanatçı yönlerini ifade etmek için çabaladıklarını da göstermiş. Bu müzik aletinin bir benzerini yapmışlar ve nasıl ses çıkardığını da videoyu izleyerek duyabiliyorsunuz. 


Vace köyünde bulunan ve bu nedenle de Vace Vazosu olarak adlandırılan bir diğer önemli buluntu, üzerinde nakışlı bir elbise olan bir insan figürü bulunan pişirilmiş kilden yapılan bir vazo. Gerçi elbise giydirilen figürün kadın mı, erkek mi, ya da hayvan başlı bir insan vücudu mu olduğu tartışmalıymış. Yine de emin oldukları tek nokta bu küpün dini ritüel amacıyla kullanıldığı olmuş. Tarihinin erken Demir dönemine kadar gittiği belirtiliyor. Vazonun üzerinde görülen 14 adet çapraz işareti ise tarih öncesi dönemin sembolü olan ışık, güneş ve hayat anlamına geliyormuş. Bu ise o dönemde yaşayanların doğal olayları gözlemlediğini, anlamaya çalıştığını ve kaydettiğini gösteriyormuş. Kullanılan figürün şekli kışın Orion Takımyıldızının görüntüsüne benziyor ve bir nevi takvim görevi görüyormuş 


Bir diğer önemli sergi eşyası Bled Gölü'nün kıyısında bulunan ve tanrılara bir armağan olduğu düşünülen Bronz Dönemi'nden kalma, üzeri muhteşem güzellikte süslenmiş, muhtemelen başa takılan bir taç. Çok değerli olan ve altından yapılmış bu süs eşyası gölün o zamanın dini uygulamalarında önemli bir merkez olduğunu gösteriyor. Süslemede kullanılan işaretler ay ve güneş takvimini gösteriyormuş. Altın materyaller Bronz Çağında çok az görülüyormuş ve süslemede kullanılan altının nereden geldiği de bir muamma. 


Burada Matena’dan getirilen yüzlerce yıllık ahşap bir sandal da var. Tek bir meşe ağacından oyulan sandalın boyu 9 metreden uzunmuş. Ağaçtan yapılmış bu kanonun Demir Çağı'nda ulaşım için kullanıldığı tahmin ediliyor. 


Tarih Öncesi buluntular kısmını bitirdikten sonra sıra Roma kalıntılarına geldi. Roma İmparatorluğu zamanında bu topraklar da imparatorluğun bir parçasıymış ve adı Emona imiş. M.S. 14 veya 15. yüzyıllardan kalma 1000’i aşkın obje bu bölgede imparatorlukla ilgili izler taşıyor. Bu sergideki en önemli buluntu Emona vatandaşına ait altın yaldızlı bronz bir heykel. 


Bunların dışında Roma dönemine ait bizim çok yabancısı olmadığımız heykeller, kap kacak kalıntıları, yazılı taşlar ve diğer müze eserleri var. 




Üst katı gezmeyi tamamlayınca giriş katındaki Roma Lapidaryumunu gezmek için alt kata indim.


Burada tarihi M.S. 1 ve 4. yüzyıllara dayanan ve Roma Latin harflerini taşıyan 200’den fazla taş anıt bulunuyor. 



Koridorlarda sıralanan heykel ve lahitleri gezerken ayrılmış bir oda gördüm ve oraya yöneldim. Soğuk ve çok aydınlık olmayan bir odaydı burası. Böyle küçük bir Avrupa şehrinde Mısır mumyası ne arar diye düşünebilirsiniz ama bu müzede o da var. 1846 yılında Mısır’da konsolos olan asilzade Anton Lavrin tarafından Carniola Bölge Müzesine ahşabı boyalı bir Mısır Mumyası bağışlanmış.


Tabutun üzerinde Mısır’ın Ölüler Kitabından alınma cümleler bulunuyormuş ki bu Dünyadaki en eski dini yazılardan birisiymiş.Yan sütunda ölenin adı, mesleği ve ailesinin adları bulunurmuş.


1866 yılında ilk Slovenya’lı oryantalist Albert Kosmac tabutun üzerindeki hiyerogliflerin tercümesini yapmayı başararak ölenin Karnak’taki Amun Tapınağındaki rahiplerden birisi olduğunu tespit etmiş. Uzmanlar Akesuita isimli bu rahibin doğal nedenlerle 50 yaş civarında öldüğünü belirlemişler. Doğal şekilde 50 yaşında ölmek günümüz şartlarında çok tuhaf ve korkunç geliyor. Günümüz bilim insanları neredeyse 50 yaşı orta yaş grubuna çekecekler! 


Müze gezimi tamamladıktan sonra dışarı çıktığımda yağmurun halen devam ettiğini gördüm. Aslında buraya yakın çok güzel bir park bulunuyordu ve hava güzel olsa oraya da gitmeyi düşünürdüm. Tivoli Bahçesi adını taşıyan park Lubliyana’nın en büyük parkıymış. Parkta Modern Tarih Müzesi ve Uluslararası Grafik Sanat Galerisi gibi kültür alanları olduğu gibi çocuklar için çok sayıda oyun parkı ve insanların yürüyüş yapacağı ve bisiklet süreceği parkurlar bulunuyormuş. 

Ulusal Müzenin tam önünde çok büyük bir heykel bulunuyordu. 


Biraz ilerisinde de mezar veya anıt olan bir heykel vardı. Fotoğrafın üzerinde sadece Boris Kidric yazısını okuyabiliyorum. Bu kişi Nisan 1941'de Yugoslavya'nın Mihver işgalinden sonra Nazi Almanyası ve Faşist İtalya tarafından işgaline karşı Sloven Partizanların direnişini sağlayan baş organizatörlerden birisiymiş. Sloven Halk Kurtuluş Cephesinin fiili lideri olmuş. 



Caddenin karşısına geçip bu sefer Parlamento Binasının fotoğrafını çekmeye çalıştım. Binada bir numara yok ama kapısı on numara beş yıldız! Nasıl güzel yapılmış öyle, tam bir sanat harikası diyebilirim.   


Bulunduğum yer de büyük bir meydandı ve hemen arka tarafımda bir de anıt vardı. Burası törenlerin falan yapıldığı Parlamento Meydanı olsa gerek. 


Bundan sonra artık planımda gezecek başka yer kalmadığından aylak aylak sokaklarda gezmeye başladım. İşte bu kısmı çok seviyorum. Sakin sakin, koşuşturmaksızın ve kıyısını köşesini gezerek şehrin havasını solumak çok iyi oluyor. 


Bu şekilde gezerek akşamı yaptım. Yemek işini yine bir dönerci bularak çözdüm. Sonra yine bir tavsiye mekanı olan Lolita’ya gittim. İçerisi hıncahınç doluydu ve oturacak yer bulmak oldukça zordu. Hatta mutfağa doğru giden büyükçe bir koridora masalar konulmuştu ve ben tam o tarafa bakarken masanın birisi boşaldı. Şansımı değerlendirip hemen masaya yerleştim. 


Lolita hem yerellerin hem de turistlerin çok sevdikleri bir mekanmış. Nehir kenarındaki yol üzerinde ve dışarıda da masaları var. Yaz aylarında burası muhtemelen şahane bir yer oluyordur. Mekanın iç dekorasyonu oldukça başarılı ama pastaları bundan da harika. Vitrinde gördüğüm bu pastaneye özgü bir pastadan istedim. Çok şık bir sunumda getirdikleri pastayı deyim yerindeyse sildim süpürdüm. Kahveleri de oldukça başarılı. Burası Cacao'ya göre biraz fiyatları pahalı olsa da yine de gitmeye değer. Sanırım 10 Euro civarında bir tutar ödedim. 


Akşam olduğundan yine bir yerlerde müzik etkinliği olabileceğini düşündüm. Preseren Meydanı'nda sahne alan grup o gece yoktu. Ancak biraz ilerideki küçük meydanda gündüz platform kurulurken görmüştüm ve o taraftan müzik sesleri geliyordu. O meydana gittiğimde platformdaki bir grup şarkılar söylüyordu.


Çevrede bulunan 5-10 kişiyi geçmeyen izleyici sayısı zamanla çoğaldı ve yine insanlar bir gece önceki gibi boş yerlerde dansetmeye başladılar. Bir yandan deli gibi yağmur yağıyor, rüzgardan ters dönen şemsiyemi zaptetmeye çalışıyordum. Nehir kenarında olduğumuz için hava çok soğuktu ve eldiven olmasına rağmen ellerim donmuştu. Buna rağmen çok eğlenceli olduğundan bırakıp gitmeyi istemedim ve olduğum yerde ben de ısınmak için müziğin ritmine uygun hareket etmeye başladım.

Grubun programı bitince son kez biraz çevrede yürümek istedim. 



Çok geç bir saate kalmadan hostele gidip eşyalarımı toplamaya başladım. Çünkü sabah ilk havaalanı otobüsü olan 06.10 otobüsüne binip havaalanına gitmem gerekiyordu. Pazar günü olduğundan otobüs hareket saatleri çok aralıklıydı. Otobüs biletimi daha önce aldığımdan sadece o saatte durağa gidip otobüse binecektim. 

Biraz uyumaya çalıştım ama her zaman olduğu gibi bir yere giderken kaçırırım endişesiyle bir türlü uyuyamadım. 

16 Aralık 2017 

Tam biraz uykuya daldım derken alarm çaldı. Hemen son hazırlıklarımı yaparak hostelden ayrıldım. Dışarıda yine ama yine yağmur yağıyordu! Elimdeki bavul ıslanarak on dakika kadar süren yolu yürüdüm. Otobüsün durağını buldum ama kimsecikler yoktu. Tabi yürümek için biraz fazla zaman hesap etmişim. Kapalı alana girip hem yağmurdan kaçtım hem de hareket saatini beklemeye başladım. Saat yaklaşınca otobüse gidip şoföre biletimi göstererek istediğim koltuğa yerleştim. 

Lubliyana’da havaalanı ulaşımı ya taksilerle ya da bu otobüslerle yapılıyor. Taksinin oldukça pahalı olacağını düşünürseniz 28 nolu bu otobüsler akla en yakın çözüm olarak karşımıza geliyor. Hafta içi yarım saatte bir olan otobüslerin ilk seferi 05.20 ve son seferi 20.10. Hafta sonu ve tatillerde ilk seferi 06.10 ve son seferi 19.10 ve hareket aralığı 2 ila 3 saat arasında değişiyor. Havaalanından şehre gelen otobüslerin hareket saati bundan biraz farklı. Bilet ücreti tek yön 4.10 Euro. Çift yön olunca belki biraz uygun olabilir. Buraya gelmek isteyenler programını buna göre ayarlayabilirler. 

Yaklaşık bir saat kadar  gittik. Otobüs birçok durakta durdu ve inenler binenler oldu. En sonunda havaalanına ulaştık. Bu arada yağış kara dönüştü. Artık şehir merkezini bilmiyorum belki orada hala o sevimsiz yağmur yağıyordur! 

Havaalanı çok küçük ve sevimsiz. Bir süre bekleyişten sonra en nihayet uçağa bindim ve böylece bir maceranın daha sonuna gelmiş oldum. 

Tabi gezip anlattıklarımın yanında gezemediğim ama gidenlerin mutlaka görmesini önereceğim yerler de var. Bunlardan birisi şehir merkezinde olan Slovenya Ulusal Opera ve Bale Tiyatrosu Binası. Hatta mümkünse burada bir performans izlemenizi öneririm. Bina 1892 yılında yapılmış ve 20. yüzyılın başlarında ilk Alman Tiyatrosu olduğu söyleniyor. Daha sonra şehir tiyatrosu olmuş, 1918 yılında tiyatronun opera, bale ve orkestra bölümleri kurulmuş ve II. Dünya Savaşından sonra ülke çapında ve yurt dışına turlara çıkarak büyük beğeni toplamış. 

Tiyatro izleyicilere her sezon 150’nin üzerinde klasik ve modern opera, bale ve konser performansı sunuyormuş. 

Lubliyana yakınında gidemediğime en çok üzüldüğüm yer Bled Gölü oldu. Burası Slovenya’nın yaklaşık 70 km uzağında bulunuyor. Slovenya’nın tek dağ gölü olan Bled Gölü cennet gibi doğasıyla, efsanelerinin zenginliğiyle ve özel iyileştirici etkisiyle Dünyada iyi bilinen bir yer. Gölün ortasındaki tepede bir şato varmış ve buraya geleneksel ahşap “pletna” kayıklarıyla gidiliyormuş. Adaya ulaşıldığında da 99 basamak çıkılarak çok çeşitli efsaneleri olan St. Mary Kilisesine ulaşılıyormuş. Bu efsanelerden birisine göre kilisenin çanını kendiniz çalınca bütün istekleriniz gerçekleşiyormuş. 

Adanın manzarası muhteşem olunca burası Avrupa’nın en gözde evlenme mekanı olarak belirlenmiş. 12. yüzyılda yapılan Şatonun muhteşem manzarasının yanında burada bir de çok zengin bir müze koleksiyonu bulunuyormuş. 

Bled’in iyileştirici özelliğinden bahsetmiştim. 19. yüzyılda İsveçli doktor Arnold Rikli’nin metodlarını takip edenler burada hidroterapi uygulamaları yapmışlar ve 20.yüzyılın başında da Avusturya-Macaristan’ın en güzel sağlık bölgesi olarak kabul edilmiş. II. Dünya Savaşından sonra devletin en önemli protokol ikametgahlarından birisi olmuş. Gölün kuzey-doğu kısmında termal kaynak da bulunuyormuş. 

Bir diğer görülecek yer ise Ljubljana’dan yaklaşık 50 km uzaklıkta bulunan Postojna Mağarası. Postojna, Pivka Nehri’nin yeraltındaki kayaları aşındırması sonucu oluşan, 27 km uzunluğunda Avrupa’nın en uzun karst mağarasıdır. Bu kadar uzun olunca burayı gezdirebilmek için çok kullanışlı bir yöntem geliştirilmiş ve mağaranın bir kısmı tren ile gezilebiliyormuş. 

Postojna Mağarasının içindeki doğal yaşam ve ekosistem ise oldukça ilginç. Mağaranın karanlık ve nemli ortamı bazı canlı türlerinin burada yaşamasını sağlamış. Bunlardan en önemlisi sadece birkaç Avrupa ülkesinde rastlanan ve mağaralarda yaşamını sürdüren Mağara Semenderiymiş. Gözü olmayan ve karanlıkta yaşayan bu canlının ortalama ömrü yaklaşık 100 yılmış ve enteresan olanı hiçbir şey yemeden yıllarca yaşayabiliyormuş. 

Bir de Postojna’dan yaklaşık 10 km mesafede Predjama adında bir şato bulunuyormuş. Predjama Şatosu, 123 metrelik bir kayalığın ve bir mağaranın üstüne yapılmış. Şato 12. yüzyılda inşa edildikten sonra soylu ailelerin yaşadığı bir yer haline gelmiş. Gizli geçitleri ve erişilmesindeki zorluk nedeniyle saldırılara karşı korunaklı olan bu şatoda Slovenya’nın Robin Hood’u olarak bilinen baron Erazem Lueger de yaşamış. Sergilen odalardaki Orta Çağ döneminden kalan eşyaları görüp o dönemde şato hayatının nasıl olduğunu gözünüzde canlandırabilirsiniz. 

Slovenya’da yeme içme anlamında çok fazla bir yer öneremeyeceğim. Yukarıda bahsettiğim Cacao ve Lolita dışında dönercileri de oldukça başarılı. Gelip geçerken gördüğüm Manna’yı tavsiye edebilirim. Bir de kalabalık gözüken ve bu nedenle iyi olabileceğini düşündüğüm Mediterranneo Restoranı önerebilirim. Menüsü hakkında fikir edinebilmeniz açısından fotoğraf ekliyorum.


Artık bu yazıyı da sonlandırmanın vakti geldi. Lubliyana küçük ama çok sevimli ve sıcak bir şehir. Çok fazla bir zaman ayırmadan burayı gezmenizi tavsiye ederim. Şehir merkezi 2 veya bilemediniz maksimum 3 günde geziliyor ve ondan sonra aynı yerleri döne döne gezmekten sıkılıyorsunuz. Şehir civarındaki diğer yerleri de hesaplarsak 4-5 gün civarında bir program yaparsanız unutamayacağınız anılarla döneceğinize bahse girerim. Tabi ki uygun mevsimde gitmek şartıyla! Bol bol fotoğraf çekin, nehir kenarındaki restoranlarda, kafelerde, barlarda ve pastanelerde yiyin için, doyumsuz manzaranın keyfini sürün ve çoook mutlu olun.

0 yorum:

Yorum Gönder