26 Temmuz 2016 Salı

On 23:02:00 by Gülten İşcimen in    No comments
11 Mayıs 2015


Tahran’daki gezimiz sonrası sabah erkenden otelimizde kahvaltı yaptıktan sonra bavullarımız otobüse yüklendi ve Kaşhan’a doğru uzun sürecek bir yolculuk başladı. Böyle yaptığımız uzun otobüs yolculuklarında rehberlerimiz Sinan ve Behnam çevreyle ve günümüz İran yaşantısıyla ilgili veya İran'ın tarihiyle ilgili çeşitli bilgiler verdiler. Uzun süren yolculuğumuzda yol üzerinde çok güzel bir çayhanede mola verdik. Tesadüfen ailecek yine orada mola veren bir Azeri genç kadının ilgisine mazhar olduk. Azeriler biz Türkleri çok seviyor ve bunu her hareketleriyle her sözleriyle gösteriyorlar.




Çaylarımızı içip biraz dinlendikten sonra yola devam ettik. En sonunda Kaşhan’a ulaştık. Burada yine bir es vermek istiyorum. İran'da bütün şehir girişlerinde bir kontrol noktası bulunuyor.Bu noktalara yaklaşırken araçlar yavaşlıyor ve sağa yanaşıp evraklarını vermek için bekliyor. Ancak bir çeşit şehre giriş vizesi aldıktan sonra araçlar hareket edebiliyorlar. Yani anlayacağınız güvenlik had safhada ve kontrolsüz kuş uçurtmuyorlar. Neyse biz dönelim Kaşhan gezimizi anlatmaya. 

Adamlar Kaşhan'ı kurarak adeta çölün ortasında bir vaha yaratmışlar. Burası oldukça yeşil ve çiçeklerin çok olduğu bir şehir olup tarihi de çok eskilere dayanıyormuş. İran platosunda en eski yaşam izlerine rastlanan Sialk Höyüğü şehrin 3 km güneybatısındaymış. Bu Höyükten çıkarılan kalıntılara göre bölgenin tarihi prehistorik çağlara kadar uzanmakta ve Kaşhan’ın kuruluşu da Elam Uygarlığı dönemine denk gelmekteymiş.

Kaşhan sadece bahçeleriyle ve çiçekleriyle de meşhur değilmiş. Selçuklu hükümdarı 1.Melik Şah 11.yüzyılda Kaşhan’a bir kale yapılmasını emretmiş. Selçukluların etkisiyle o dönemde şehir çanak, çömlek yapımında, çinicilikte ve dokuma işlerinde maharet kazanmış ve bu alanlarda da ünlü hale gelmiş. 

Kaşhan’da ilk olarak Fin Bahçelerine (Bagh-e Fin) gittik. Burası İran'ın hala yaşayan en eski bahçesiymiş. Bahçenin ismi, bu bölgede yaşamış kadim "Pin" kavminden geliyormuş. Arapçada “P” harfi olmadığı için kelime sonradan "Fin"e dönüşmüş. 

Bahçenin tarihi çok eski olup 7000 yıl öncelerine kadar gidiyor. Şah Birinci Abbas (1571-1629) bahçeyi Perslerin cennet anlayışına göre yeniden şekillendirmiş. Bahçe, içinde sular akan havuzlarla, 500 yıllık sedir ağaçları, portakal ağaçları ve rengarenk çiçeklerle bezenmiş. 

Burası UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine girmiş. Bahçeye girdiğimizde çeşitli ülke temsilcilerinin katıldığı resmi bir tören olduğunu gördük. Fazla yaklaşmamaya çalışarak bahçeyi gezmeye başladık.





Bahçede bir de hamam bulunuyordu. Bu hamam "Royal" hamam olarak da biliniyormuş. Kaçar döneminde yanına bahçede çalışanlar için de bir ilave yapılıp ikisi birleştirilmiş. Hamamın "Royal" kısmının ünü sadece daha eski oluşundan gelmiyormuş. Kaçar Sultanı Nasreddin Şah, annesinin planladığı bir komployla, Vezir Mirza Tekihan'ı (Amir Kabir) burada öldürtmüş. Hamamın odalarında olayı görsel olarak anlatan mumya heykeller de var. Vezir son anında "Bu cellat beni öldüreceğine, en iyi dostum canıma kıysın" demiş.

Hamamlar Persler için vazgeçilmez alanlarmış. Eskiden hamamları sadece temizlik için değil, bazı sosyal ve tıbbi amaçlar için de kullanıyorlarmış. Kına yakma (Hana-bandan) törenleri, flebotomi (toplardamarı keserek kan akıtma), kemik kırık-çıkık tedavileri buralarda yapılıyormuş. Ayrıca hamamların dinlenme ve eğlenme fonksiyonu da varmış. Şah Abbas'tan sonra bu adetler kalkmış ve hamamlar asli fonksiyonlarına dönmüşler.




Bu fotoğrafı çektirirken gördüğünüz gibi başımın örtüsü kaymış ama ben farkında değildim. Alışmayan …de don durmaz diye güzel bir atasözümüz vardır bilirsiniz. O sırada tören yapan heyet bizim olduğumuz hamam kısmına gelmez mi ve bir görevli “Hanım hicap” gibi hatırladığım bir şeyler söyleyince hemen başımı kapattım. Neyse ki bu olay dışında kıyafetle ilgili tur boyunca bir sıkıntı yaşamadık.

Fin Bahçelerini gezdikten sonra dış kısmındaki hediyelik eşya satış mağazalarına baktık. Oradan çok güzel ve doğal yasemin kokuları aldık. Bu kokuları daha sonra denediğimizde çok beğendik ve daha fazla almadığımıza pişman olduk. Fin Bahçelerinin önünde otobüsümüzün gelmesini bekliyorduk ki tam o sırada bizim büyükelçimizin aracının onu almak üzere yanaştığını gördük. Yurtdışında yıllarca yaşamışız da en nihayet bir Türk bulmuşuz gibi bir sevinçle Büyükelçimizin yanına koştuk. Ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra fotoğraf çektirme isteğimizi kırmadı ve grupla birlikte poz verdi.


Fin Bahçelerinden sonra Büyük Ağa Cami ve Medresesine (Agha Bozork) gittik. Bu tarihi Cami ünlü mimar Haj Sa’ban- Ali tarafından 18. Yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. Cami, 19.yüzyılda Dünyadaki en iyi islami komplekslerden birisi olarak tanımlanıyormuş. Simetrik dizaynda yapılan Cami'de birisi mihrabın önünde diğeri girişte olan iki büyük eyvan bulunmaktaymış. Ana avlu dışında ortada başka bir avluda havuz ve ağaçlar varmış. Mihrabın önündeki eyvanda tuğladan iki minare örülmüş. Burası ünlü mimar Ali Maryam’ın da öğrencilik yaptığı bir medreseymiş.




Camiyi gezdikten sonra Kaşhan’daki gezimize devam ettik. Yolda rüzgar kulelerini (Bad-gir) gördük. Bu kuleler çöl ikliminin olduğu hemen her yerde sıkça görülüyor. Rüzgar kuleleri kalın seramikten hemen hemen bütün evlere inşa ediliyormuş ve çöl rüzgarlarını belirli bir açıyla içeriye taşıyıp binaların ve yapıların yaşam alanlarına yönlendiriyormuş. Hafif bir esinti bile binaları serinletmeye yetiyormuş. Doğal klima gibi bir şey yapmışlar. İnsanların doğaya uyum sağlama yetenekleri takdire şayan gözüküyor.


Sonra Kaşhan’da gezdirilen tarihi evlerden Tabatabaei Evine gittik. Bu ev 1880’lerin başlarında varlıklı Tabatabaei ailesi tarafından yaptırılmış. Geleneksel Pers evlerinin yapısına uygun bir şekilde dizayn edilmiş bu evin 4 avlusu, duvar işlemeleri ve vitray pencereleri ön plana çıkmaktaymış. Evin mimarı Borujerdis Evinin de mimarı olan ünlü Ali Maryam’mış.





Biz Kaşhan'da Borujerdis Evinin de önünden geçtik ama vaktimiz sadece bir evi gezmek için uygun olunca rehberlerimizin uygun gördüğü evi gezmiş olduk. Sanırım Borujerdis Evi de gezdiğimiz evden çok farklı değildir.

Bu arada okulların dağıldığı saate denk geldik ve pek çok öğrenciyi görme imkanımız oldu. Yeri gelmişken okuma oranından da sözetmek istiyorum. İran’da okuma yazma oranının % 90 civarında olduğu ve özellikle son yıllarda üniversite mezunu kızların sayısının çok arttığı söylenmektedir. Bu durum iş hayatında kendine yer edinen kadınların sayısında da ciddi artış sağlamış. Ancak bu durumdan erkekler çok da memnun değil anlaşılan. Behnam kadın çalışanların düşük ücretle çalışmayı kabul etmeleri yüzünden daha çok kadın çalıştırıldığını ve bu yüzden erkeklerin işsiz kaldığını memnuniyetsiz bir tavırla anlattı.


Kaşhan’daki gezimiz tamamlanınca otobüse binerek yolumuza devam ettik. Bu arada rehberimiz Sinan programda olmayan ama yolumuzu fazla uzatmadan gezebileceğimiz bir köyden bahsetti. Ekstra 25Dolar verirsek bu köye gidebilecektik. Köyü diğer tur programlarından okumuştum ve çok güzel bir köy olduğunu biliyordum. Grubumuz ekstra olarak bu köye gitmeyi kabul etti ve iyi ki de gitmişiz.Abyaneh Köyü, İsfahan eyaleti sınırları içinde 300 nüfuslu küçücük bir dağ köyü olup Kerkes dağlarının eteklerinde 2200 metre yükseklikte yer alıyormuş. 1500 yıllık olduğu tahmin edilen köyün en önemli özelliği kırmızı evleri ve bu köyde yaşayanların geleneklerini aynen koruyor olmasıymış. Bu Köyde kadınlar başlarını ve omuzlarını beyaz üzerine kırmızı mavi çiçek desenli örtüler ile örtüyor ve dizaltı etekler giyiyorlarmış. Erkekler ise İspanyol paça benzeri geniş paçalı pantolonlar ile beyaz hakim yaka gömlekler giyerlermiş. Kadınların bu kıyafetlerine yıllardır hiçbir yönetim müdahale edememiş. Bazı kadınlarda gördüğümüz veya türbelerde giyilmesi için turistlere verilen çiçekli çarşafların kökeni de bunlardan geliyormuş. 

Bu köyde adeta zaman durmuş. Köyün çamur ve kerpiçten yapılmış kırmızı evleri, kırmızı merdivenli, kemerli dar sokakları 500 yıl önceki haliyle aynen korunmuş. Binaların kırmızı duvarları artık nasıl bir şekilde yapıldıysa çok sağlam kalmış. Köy halkı her yıl evlerini baştanbaşa sıvar ve tamir ederlermiş. Halkının da zengin olduğu biliniyormuş. 2007 yılından bu yana bu Köy, UNESCO Dünya Kültür Mirası Aday Listesi’nde yer alıyormuş. 

Bu Köy, dağlardan gelen suyla birlikte bereketli topraklara sahip olduğundan özellikle meyve üretimi yapılan bir yermiş. İnsanları da belki bu bereketten nasibini alarak çok uzun ömürlü oluyorlarmış. 

Köyün etrafında arkeolojik çalışmalar devam etmekte olup bu araştırmalar sırasında geçmişi Sasaniler dönemine dayanan bir Zerdüşt ateş tapınağı ve kale harabeleri bulunmuş. Köyde yer alan Selçuklu dönemi cami kapısı ve ahşap ev kapıları ile kadın ve erkek misafirler için farklılaşan kapı kolları da görülmeye değermiş.

Otobüsümüz köyün girişinde bizi indirdi. Zaten yolları çok dar veya merdivenli olduğu için Köye araç giremiyormuş. Yokuş aşağı hep beraber yürümeye başladık. Evler kırmızı renkleriyle çok sevimli gözüküyordu. Cuma camisinin önünden geçtik.








Geleneksel kıyafetli kadın ve erkekler gördük. Kadın kıyafetleri değil de özellikle erkeklerin bol pantolonları çok ilgimi çekti. Niyeyse çok komik gözüküyordu. 



Köyün aşağısına doğru yürüdük ve orada bulunan bir türbede biraz soluklandık. Burada savaşta ölen gençlerin resimleri ve isimleri asılıydı. İranlılar şehitlerine çok sahip çıkıyorlar. Tahranda da gittiğimiz diğer İran şehirlerinde de yollarda ve böyle türbelerde dua edilsin ve anılsın diye hep şehitlerin fotoğraflarını ve adlarını asıyorlardı.Bu arada Türbede gördüğüm çok hoş yerel kıyafetli bir kızı da fotoğraflama imkanı buldum.



Türbeden sonra yokuş yukarı tekrar Köyü tırmandık ve otobüsümüze bindik. Köyün giriş kısmında yer alan ve içi de dışı da ayrı güzel olan Abyaneh Hotel’in lobisinde oturarak bir çay molası verdik. 






Abyaneh Köyü gezimiz burada tamamlandığından toparlanıp otobüsümüze bindik. Bundan sonra artık istikametimiz İsfahan olacaktı. O şehir ki 16. yüzyılda çıkarılmış bazı madeni paraların üzerine “İsfahan Dünyanın yarısıdır.” yazılıymış.

0 yorum:

Yorum Gönder