15 Temmuz 2016 Cuma

On 07:46:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Rengarenk Evlerine Bayıldım! 

4 Mayıs 2016

Flam Kasabasından bindiğimiz feribot Bergen’e akşam saatlerinde ulaştı. Gideceğimiz City Box otelinin yol tarifinde yanlış hatırlamıyorsam 14 dakikada yürüyerek ulaşılabileceği yazılıydı. Ne yöne gideceğimizi bilemediğimden önce tek başıma biraz gidip yol sormaya karar verdim. Ne yazık ki sorduğum kişiler hep Bergen’in yabancısı çıktılar. Tarık hiç uğraşmayıp taksiye binmemizi önerdi. Bana da makul geldi ve bunu söylemek için grubun yanına gittiğimiz esnada Şule telefonundaki navigasyondan otelin yönünün benim yürüdüğüm yolun ters tarafında olduğunu söyledi. Tekrar elimizde bavullar yol tarifine göre sokaklara girip çıkmaya başladık. Bizi yanıltan girmemiz gereken bir sokaktaki yol çalışması oldu. Bu yola giremeyince ileri gidip arkasından dolanalım derken yönümüzü kaybettik. Aslında doğru yol üzerindeymişiz ama grup da kalabalık olunca hepimiz biraz şaşkın tavuğa döndük. 

Onlara bir noktada beklemelerini benim eşyasız daha kolay gidip bakacağımı söyleyerek elimdeki tarife bakmaya başladım. Doğru yolda olduğumuzu anlayınca geri döndüm. O sırada arkadaşlar bir adama oteli sormuşlar ve adam da tarif etmeye çalışmış. Dönüp eşyalarımı aldım ve birlikte tam yürümeye başlamıştık ki bir kadın yanıma gelerek çat pat İngilizcesiyle arkadaşların yol sordukları adamın karısı olduğunu ve bizi otele götüreceğini söyledi. Birlikte yürüyüp sokağı bulduk ama bir türlü oteli bulamıyorduk. Kadıncağız telefonla ya oteli ya da kocasını arayarak otelin tam yerini bulmaya çalıştı. Önce sokağın soluna gidip bir süre yürüdükten sonra geri yürüyüp bu sefer sağına yürüdük. Baktık olmuyor arkadaşları bir köşede bırakıp biz aynı sokağı Tarık’la birlikte yürümeye başladık. Bergenli kadıncağız bu arada canhıraş bir şekilde önümüzden yürüyerek oteli bulmaya çalışıyordu. Sokağın sonuna kadar yürüyünce oteli gördük ve bize yardım etmeye çalışan kadıncağıza uzaktan el sallayarak teşekkür ettik. Norveçliler çok yardımsever insanlar ve bunu yaşayarak görmüş olduk. 

Dönüp arkadaşlarımızı aldık ve otele geldik. Girişte bir makinede rezervasyon numaranızı girerek ödemenizi yapıyor ve içeri giriyorsunuz. Biz tam işleme başlayacaktık ki sanırım bizi kameradan gören resepsiyon görevlisi gelerek kalabalık olduğumuzu ve içerden işlemlerimizi yapacağını söyledi. Oldukça cool bir gençti ve bugüne kadar kaldığım hiçbir otelde böyle bir görevli görmemiştim. Tarif etmem mümkün değil gidip görmeniz gerekir! 

Odalarımıza yerleştik ve oldukça memnun kaldık. Bergen’e gidecek olanlara bu oteli tavsiye ederim. Sonradan anladık ki yeri de oldukça merkeziymiş. Tren istasyonuna ve meydana kısa bir yürüme mesafesindeydi. Vaktimizi iyi kullanmak adına hemen dışarı çıktık ve biraz çevrede yürüyüş yapmak istedik. Otelin tam karşısında ve daha önce yürüdüğümüz yol üzerinde marketler vardı. Reha’yı sabah erkenden gidip ekmek almakla görevlendirdik. Otelin girişinde mutfağın da olduğu bir alanda masa ve sandalyeler vardı.

Biraz etrafta dolaştıktan sonra otele dönerek dinlenmeye çalıştık.

5 Mayıs 2016 

Sabah herkes söylendiği saatte Otelin kafeterya kısmına geldi. Ancak Reha o günün bayram olması nedeniyle marketin kapalı olduğunu ve o nedenle ekmek alamadığını söyledi. Neyse ki bizim bitip tükenmeyen bir yiyecek stokumuz vardı ve aç kalacak halimiz yoktu. Güzelce kahvaltımızı yaptık ve hatta yanımıza sandviç bile hazırladık. 

Tabi oradayken ne bayramı olduğunu anlayamadık. Şimdi bakıyorum 5 Mayıs günü için şöyle yazıyor “Ascension Day” ve “Public Day of Rest”. İlki İsa’nın göğe yükselişiyle ilgili iken diğeri dinlenme bayramı diye çevrilebilir. Şehirde sonra gezerken geleneksel kıyafetler giymiş kızlar ve erkekler gördük. Sanırım bizim milli bayramlarımızda olduğu gibi onlarda okullarda veya diğer yerlerde özel gösteriler yapıyorlar olsa gerek. 

Bergen’in tarihi 1020 yılına kadar gidiyormuş. Rivayete göre 1070 yılında kral Olav Kyrre tarafından kurulmuş. 1360 yılında bir Alman tüccar Brggen denilen yerde bir liman merkezi kurmuş ve böylece kuzeyin en önemli limanlarından birisi olmuş. Oslo'dan önce 1830’a kadar Norveç'in başkentiymiş ve 14 ile 16. yüzyıllar arasındaki dönemde Hansa ticaret imparatorluğunun en önemli ticaret limanlarından birisi olarak önem kazanmış. 

Bergen, Norveç’in güneybatısında Hordaland eyaletine bağlı ülkenin en büyük ikinci şehri olup Bergenshalvoyen yarımadasında bulunmaktadır. 2015 yılı sayımlarına göre, şehrin toplam nüfusu 500 binin üzerindedir. 4 büyük köprüyle yerel belediyelere bağlanmıştır. Şehir dağlarla çevrili olduğundan Bergen 7 dağın şehri olarak bilinmektedir. 

Bergen, Gulf Stream nedeniyle Norveç'in en sıcak şehriymiş. Yılın her mevsiminde hava bulutlu ve yağışlı olduğundan yeşili çok olan bir şehir. Tarih boyunca büyük yangınlar geçirmiş ve bu yangınlardan tarihi Hansa evleri de nasibini almış. 1955 yılında büyük kısmı yandıktan sonra, karakteristik ahşap evler tekrar yapılmış ve günümüze kadar korunarak gelmiş. Bergen, Norveç’in önemli turistik merkezlerinden birisi olup her yıl yaklaşık bir milyon turist şehri ziyaret ediyormuş. Şehirdeki küçük butikler, ofisler, restorantlar, sanat stüdyoları ve hatta esnaf atölyeleri, ziyaretçilerin ilgisini çekmekteymiş. 

Bergen gezimize önceki gün oteli bulmaya çalışırken gördüğümüz müze bölgesiyle başladık. Müzelerin önünde devasa göl diyebileceğiniz bir havuz vardı. Martılar özgürce dansediyordu. Tormalmeningen Meydanına doğru giderken geniş bir caddede heykeller gördük. 




Bir süre daha yürüyünce Fisketorget Balık Pazarına ulaştık. Rengarenk balık çeşitleri, karidesler, kurutulmuş etler aklınıza ne gelirse deniz ürünleri vardı. Pazar sabah 7’de açılıp akşam 19’da kapanıyormuş. İstenilirse taze alınan ürünler pişirtilip öndeki tahta masalarda yenebiliyormuş.



Bu sırada yoldan geçmekte olan folklorik kıyafetli Norveçlilere şahit olduk. 



Sonra şehri daha iyi görebilmek için hop on-hop off almaya karar verdik. Meydanda bulunan Turizm Merkezine giderek bu tarz otobüslerle ilgili bilgi aldık. Ayrıca fünikülere binmek için de kişi başı 90 Kron tutan biletlerimizi bu Merkezden aldık. Sonra otobüse Meydandan binerek otobüslerin kalktığı ilk durağa geldik. Orada da yine yanlış hatırlamıyorsam 200 Kron tutan biletlerimizi alarak başka bir otobüse yerleştik. Bundan sonra otobüs bize çok güzel bir Bergen ziyafeti sundu.






Floibanen Fünikülerinin olduğu durağa geldiğimizde burada inerek biletlerimiz de olduğu için doğrudan biniş sırasına girdik. Füniküler ile kısa bir yolculuk yaparak, deniz seviyesinden 320 metre yükseklikte olan Floien dağının en üstüne çıkıp şehrin muhteşem manzarasını izleyebiliyorsunuz. Füniküler 26 derecelik bir eğimle tepeye çıkıyormuş ve gidilen yol 830 metreymiş. Yolculuk yaklaşık 4 dakika sürüyor. Füniküler kabininin her tarafı camlı olduğundan çevre izlenerek yolculuk yapılıyor.

Bu yolculuk, Bergen’e gelenlere özellikle tavsiye edildiğinden biz de önceliklerimiz arasına bunu aldık. Füniküler çok eğimli bir şekilde çıktığı için epeyce heyecanlı oldu. Bunun inişini düşünemiyorum desem de inişte de yine ön tarafta olmaktan kendimi alıkoyamadım.


Tepede, bütün şehri ayaklarınızın altında hissediyorsunuz. Çok güzel seyir terasları yapılmış. Ancak hava çok esintili ve güneş de olmadığı için soğuktu. Güzel ve güneşli havalarda burayı hayal edemiyorum. Zaten orada tanıştığımız ve uzun süredir Bergen’de yaşayan bir Türk doktor buranın güneşli günlerde çok güzel olduğunu ve herkesin yerlere uzanıp manzarayı seyrettiğini söyledi.





Bu tepede çocuklar için bir park alanı da bulunuyor ve içinde ülkenin sembolü olan orman perileri “Troyller” heykelleri varmış. Ayrıca cafeler ve hediyelik eşya dükkanları da vardı.
Buradaki gezimizden sonra zaman kazanmak için fünikülere binmeye karar verdik. Ancak sizin zamanınız uygunsa o güzelim manzarayı görmek için yürüyerek inmenizi tavsiye ederim.


Aşağıya indiğimizde biraz soluklanmak ve biraz da ihtiyaç molası için hemen Brgyyen tarafına giden yolun köşesinde gördüğümüz Starbucks Cafe’ye oturduk. İyi ki de burayı keşfetmişiz, merkezde olduğu için ne zaman tuvalet ve dinlenme ihtiyacı duysak buraya gidiyorduk. Baran bize caramel macchiato içmemizi önerdi ve yine sanırım hepimiz aynı kahveden sipariş verdik. Bardaklarımızın üzerinde satış görevlisinin anladığı isimlerimiz yazılıydı. Hepimizin ismi komik bir şekilde yazıldığından uzun süre bununla eğlendik. Mesela Şenay’ın adı Chenai olarak yazılmıştı.

Hop-on hop-off otobüsüne binerek Akvaryum’a gitmeye karar verdik. Akvaryum giriş bileti 250 Kron olduğundan sadece Oya ve Reha’yla birlikte içeriye girdik. Diğer arkadaşlar hediyelik eşya mağazasına bakıp dışarda beklemeyi tercih ettiler. Akvaryuma girer girmez pelikanlarla karşılaştık. Hepsi çok sevimliydi ve hareket halindelerdi.


Biletlerimizi alırken 5 dakika sonra bir gösterinin başlayacağı söylendiğinden fok balıklarının olduğu havuzun önündeki platforma yerleştik. Gösteri çok eğlenceliydi ve biri küçük biri de oldukça büyük iki balığa farklı hareketler yaptırıldı.



Farklı bir alanda bu sefer mini bir gösteri izledik. 


Akvaryumun içerisinde pek çok çocuk vardı ve küçük bir ufaklık annesinin elinde deniz yıldızını inceliyordu. Biz de olsa sakın dokunma diye uyarırdık. Ne güzel Norveç’de küçük büyük herkes doğayla içiçe ve barışık yaşıyor. 









Buradan çıktıktan sonra yine otobüse binerek Meydana geldik. Akşam yemeğini buradaki balıkçılarda yemeye karar vermiştik. Çok fazla araştırmadan üstü açık ve yanlardaki ısıtıcılarla ısıtılan deniz kenarında bir yere oturduk. Kalabalık olunca iki ayrı masaya oturmak zorunda kaldık. Herkes değişik şeyler denedi. Ben karides tabağı istedim ve tabakta garnitür de olduğu için oldukça doyurucu oldu. Lezzeti konusunda bir şey diyemeyeceğim çünkü tatlı soslardan çok fazla hazetmiyorum.

Bergen'de bulunduğumuz zaman Hıdrellez zamanıydı.Bilindiği gibi Hıdrellez akşamı (5 Mayıs günü) ikindiden sonra bir gül ağacının altına insanlar diledikleri şeylerin resmini çizerler. Mesela ev istiyorsanız toprağa ev şekli çizersiniz veya çamurdan minik ev yaparsınız. Bunu araba isteyen, çocuk isteyen, evlenmek isteyen de aynı şekilde yapar.Ya da bir kağıda yazıp bunu sabah olmadan akan suya (deniz, ırmak gibi)atması gerekirmiş.Böyle yaparak dileklerinin gerçekleşeceğine inanırlarmış. 
Biz de yemeğimizi yedikten sonra bunu birbirimize hatırlatarak dileklerimiz konusunda aramızda şakalaştık. Güle eğlene çoğumuz kağıt peçetelere dileklerini yazdı. Aramızdaki konuşmalar neticesinde akan suyu bulmak yerine dileklerimizi gül ağacının altına da gömebileceğimiz kararına ulaştık. Sonra iş gül ağacı bulmaya geldi. Çevrede epeyce dolandık gül ağacı bulmak için ama bir türlü bulamadık. Ama azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz sonunda yeni budanmış bir gül bahçesi bulduk. Toprak yumuşak olduğundan çerçöple bile gül ağacının dibini kazabiliyorduk. Etrafta birileri görecek diye el çabukluğuyla hepimiz dilek kağıtlarını gömdük. Elin yabancısı nereden anlayacak bizim Hıdrellez ritüellerini, toprağı eşelediğimizi görseler eminim ki sebebini anlatana kadar canımız çıkardı.




Dileklerimizi de diledik, gönül rahatlığıyla otelimize doğru yürüdük ve dinlenmeye çalıştık. 

6 Mayıs 2016

Ertesi sabah çok erken kalkma zorunluluğumuz yoktu. Yine de saat 9 civarında kahvaltımızı yaptık ve topladığımız eşyaları ne yapacağımız üzerinde konuştuk. Çünkü odalarımızı en geç 12'ye kadar boşaltmak zorundaydık. Otelin bagaj odası olmadığından saat 23’de kalkacak trenimize bininceye kadar eşyalarımızı koyacak bir yere ihtiyacımız vardı. İstasyona gitmeye karar verdik. Tren İstasyonunda da bir inşaat olduğundan ortalık toz dumandı. Orada bagaj dolapları gördük. Para yükleyerek dolap kapağını açabiliyordunuz. 5 tane dolabı yine yanlış hatırlamıyorsam 90’ar Krona açarak bavullarımızı doldurduk.

Elimiz rahatlayınca hep beraber Müze bölgesine gittik. En azından bir müzeyi gezelim istiyorduk. Müze bileti 100 Kron olduğundan bu sefer sadece Tarık’la birlikte Müzeyi gezmeye başladık. Müze oldukça zengindi ve çok güzel resimler vardı.







Müzeden çıktıktan sonra yakındaki Katedrali gezmek istedik ama kapalıydı ve gezmek için daha erken saatte gitmek gerekiyormuş. 


Karnımız acıktığı için Tarık'la bir markete girerek içine tahıl eklenen meyveli yoğurtlardan aldık. Biraz ara sokaklarda gezdikten sonra diğer arkadaşlarla buluşmak için Starbucks Cafeye gittik.






Arkadaşlar o kadar pahalılığa rağmen epeyce alışveriş yapmışlardı. Buldukları bir mağazadan söz ettiler ve bu mağazada hemen hemen her şey 39 Kronmuş. Biz de yol tarifi alarak 5-6 kişi mağazaya gittik ve altını üstüne getirdik diyebilirim. Akşama doğru Hansa evlerinin önündeki cafelerden birine oturduk ve güzel manzaranın keyfini çıkardık.



Bu arada Hansa evlerinin ara sokaklarında biraz dolaştım. Hatta evlerin önünde fotoğraf çektiren Bergen’li bir gelin damadı da görme şansım oldu.






Akşam yemeğinde herkes bir tarafa dağıldı. Kimi McDonalds’a giderek menü yemek istedi kimi hazırladığı sandviçlerini yedi ve benim dahil olduğum grup da balık çorbası içmek istedi. Balık çorbasını oturarak içerseniz epeyce bir servis parası ödüyorsunuz. Ben de bunun için bardakta içmeyi önerdim. İlk önce biz aldık ama bize çorbayı veren kişi hem çorbayı az koydu hem de büyük bardak fiyatı aldı. Sonra giden arkadaşlara aynı yerde bir kız servis yaparak çorba vermiş ve onlar küçük bardak fiyatı ödemişler. Böylece Norveç’de ilk kazığımızı da yemiş olduk. Neyse çok para ödedik ama hiç değilse çorba lezzetliydi.




Saat 10 civarı İstasyona gidip bavullarımızı bagaj dolaplarından aldık. Saat yaklaşınca trenimiz perona geldi ve hepimiz koltuklarımıza yerleştik. Tren boş gibiydi ve bu yüzden arkadaşlar diğer koltuklara da eşya bırakarak kimse gelmemesi halinde 2 kişilik koltuklara yatma planı yaptı. Bu plan tabi ki hepimiz için tutmadı ve eşya bırakılan yerlerden bazılarına yolcular geldi. Gece trenlerinde her koltuğa içinde battaniye, gözlük ve bir şişme yastık olan bir poşet bırakılıyor. Kendimi oldukça yorgun hissettiğimden yolun büyük kısmında uyudum diyebilirim.

7 Mayıs 2016

Oslo’ya sabah 6 civarında ulaştık. İstasyon çok sakindi. Burada oturup beklemeye başladık.

Aslında benim niyetim bavulumu Süheyla’ya emanet edip saat 10’da açılacak Ulusal Müze’ye gitmekti. Hiç değilse meşhur “Çığlık” tablosunu görüp hemen dönmek istiyordum. Ancak Havalimanına giden tren saatleri aralıklı olduğundan bu sefer arkadaşları hava limanına geç götürmüş olabilirdim. Ayrıca bir de tax free işlemleri vardı. Bu nedenle en uygun gözüken saatteki trene 90 Kron ödeyerek biletlerimizi aldık. Bu biletler alındıktan itibaren 2 saat içinde kullanılmak zorundaydı. Trene yerleştik ve hava limanına beklediğimizden çok daha çabuk ulaştık. Bu sefer hava limanında beklemeye başladık. Tax free işlemleri de çok çabuk halloldu. Keşke Müze’ye gitseydim dedim ama iş işten geçmişti.

Bu arada gezinin ilk bölümünü anlattığım Oslo yazısında yazmam gereken ama unuttuğum bir konuyu da burada yazmam gerekiyor. Kalabalık bir grup olduğumuz için bilet alındığında, bir şeyler yemek istediğimizde hepimizin ayrı ayrı para çıkarıp işlem yaptırması zor oluyor diye daha önceki seyahatlerimizde yaptığımız gibi bir arkadaşımızı seçip kasa yapıyoruz. Bu kişi bizi kırmayan ve tüm kaprislerimizi çeken nazik arkadaşımız Reha oluyor. Yolculuğun başında kendisine bir miktar para verip bittikçe biraz daha topluyoruz.Böylesi çok daha pratik ve kolay oluyor. Kendisine buradan tüm grup adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. 

Artık gitme zamanı gelmişti. Uçağa binişimiz de dönüş yolculuğumuz da sorunsuz geçti. Uçakta yemek almıştık ve günlerden sonra ilk kez yemek yiyormuş hissine kapıldım. Bulgur pilavı bile çok leziz gelmişti. Dönüşümüzün en kötü tarafı İstanbul’dan neredeyse 2,5 saat rötarlı kalkan Ankara uçağımız oldu. Neyse bu da güzel geçen seyahatimizin tuzu biberi olsun artık!

0 yorum:

Yorum Gönder