17 Ağustos 2017 Perşembe

On 02:05:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Herkesin çok methettiği, yıllar önce görmeyi isteyip de uçak biletimi aldığım halde sağlık sebepleri nedeniyle gidemediğim Tiflis'i en nihayet gidip görmek kısmet oldu. Çok şahane diyemesem de en azından genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.






28 Haziran 2017



İstanbul'dan saat 23.00 dolaylarında bindiğim Atlas Global Havayollarına ait uçak gece 2 veya 3 sıralarında Tiflis'e indi. Geç saatte bilmediğim bir ülkede olacağım için önceden kalacağım pansiyondan transfer hizmeti istemiştim. Ellerinde isim yazan kartonları tutan kalabalığı gözlerimle uzunca bir süre taradım ve kendi adımı bulamayınca dışarı çıkıp orada bulmayı denedim. Ne yapacağımı bilemeyerek tekrar x-ray cihazlarından geçerek içeri girdim ve aynı kalabalığa tekrar bakmaya başladım. Vazgeçip tam gitmek üzereydim ki adımın yazıldığı kartonu gördüm. Almaya gelen kişi yaşlıca bir adamdı ve benimle transfer konusunda yazışan kişinin babasıymış. Adam çok fazla sigara içiyordu ve ben pasaport kontrolünden çıktığımda muhtemelen sigara için dışarı çıkmış olmalıydı. Hemen arabaya yerleşerek pansiyona doğru yola çıktık. Adam çok iyi olmayan ingilizcesiyle çat pat bir şeyler anlatmaya ve çevreyi tanıtmaya çalıştı. Pansiyon eski Tiflis bölgesinde yer alıyordu ve bu bölgedeki evlerin yıkılmasını önlemek için her tarafına destekler atılmıştı. Muhtemelen burayı restore edecek yeterli kaynak bulamayınca böyle geçici bir çözüm üretilmişti.



Adam ailesinden miras kalan ve büyük bir konağın bir katında yer alan dairesini pansiyon olarak kullandıklarını söyledi. Pansiyona geldiğimizde içinde 2 yatak bulunan bir odanın anahtarını verip mutfak ve tuvaletin yerlerini gösterdi. Zaten vakit çok geç olduğundan ortalık çok sessizdi. Hemen odaya yerleşip biraz uyumaya çalıştım.


Sabah erkenden kalkıp mutfakta su ısıtmak istedim. Anne-kız olduklarını tahmin ettiğim Rus kökenli 2 kişi de mutfakta kendilerine yemek hazırlıyordu. Suyu ısıtıp gelen konuklar için bırakılmış çayı kullanarak kendi kahvaltımı hazırlamaya başladım. İlk sabah hemen bir şeyler bulamam diye yanımda börek tarzında yiyecek getirmiştim. Kahvaltımı yaptıktan sonra pansiyonun yerini iyice belleğime kazıyarak çok yakında olduğunu söyledikleri merkeze doğru yürümeye başladım.

Zaten biraz gidince hemen büyük bir kiliseyle burun buruna geldim. Buranın Jvaris Mama Kilisesi olduğunu daha sonra araştırınca öğrendim. Ana kilise kullanılmıyordu ve iç kısmı harabe gibiydi. Yan tarafındaki sanırım manastır kısmı çok güzel bir şekilde dizayn edilmişti. Bahçesi de oldukça bakımlıydı ve bir süs havuzunun etrafına banklar yerleştirmişlerdi.


Kilisenin önündeki caddeden biraz yürüyerek Özgürlük Meydanına ulaştım. Daha çok erken olduğu için dükkanlar açılmamıştı ve insanlar işlerine yetişme telaşı içinde sağa sola koşturuyorlardı.


Şimdiki adı Özgürlük Meydanı (Tavisuplebis Moedani) olan bu meydanın adı Çarlık Döneminde Erivan Meydanı, Sovyet döneminde ise ortasında Lenin'in bir heykeli de konularak Lenin Meydanı olarak isimlendirilmiş.


Burası Gürcistan yakın tarihinde önemli olayların geçtiği bir yer olarak biliniyor. Lenin’in heykeli 1991′de sembolik olarak yıkılmış ve bağımsızlığın ilanının ardından bu meydan Özgürlük Meydanı olarak bilinmeye başlanmış. Aynı zamanda burası 2003 yılındaki Gül Devrimi’nde protestocuların parlamentoyu basmadan önce toplanıp harekete geçtikleri alanmış.  


2006 yılında ise meydanın ortasına Hristiyan tarihinde önemli bir yeri olan asker-aziz St. George‘un bir dragonu mızrakla öldürmesinin sahnelendiği 50 metrelik bir kaide üzerinde duran, altın renginde bir heykel yapılmış. 


Bağımsızlık kutlamaları her zaman bu meydanda yapılıyormuş. Meydanın etrafını çevreleyen güzel binalardan birisi şehrin en lüks otellerinden olan “Marriott International”, diğeri ise Belediye Binası. Bu meydandan Tiflis'in en önemli caddesi olan Rustaveli caddesine çıkılıyor. Ben bu caddeye gitmek yerine yokuş aşağı biraz yürüyerek nehrin paralelindeki caddeye çıktım. Buradan da geldiğim istikamete doğru yürüdüğümde ön bahçesinde çok güzel heykeller bulunan Ambassador Otelini gördüm. 


Otelin yanından biraz yürüyünce küçük ama çok sevimli Gabriadze Theatre adında bir tiyatro binası bulunuyor. Bu tiyatro, yetenekli olan ve bütün dünyada tanınan Rezo Gabriadze tarafından 1981 yılında kurulmuş. Burada Gabriadze tarafından yazılmış ve sahneye konulmuş pek çok oyun sergilenmiş. Tiyatronun altında bir de küçük kafe var. Burada hergün bir kahve çekirdeği kavrularak aromasının bütün tiyatroya yayılması sağlanmak istenmiş.


Tiyatro binasının hemen yanında çok güzel ve farklı bir mimari stili olan bir saat kulesi yükseliyor. 


Bu saat kulesinin biraz ilerisinde ise çok eski olduğu belli olan bir kilise var. Anchiskhati Basilica adındaki bu kilise 4. yüzyıldan kalmaymış. 


İlk yapıldığında St. Mary adını taşıyan Bazilika antik Filistin mimarisine göre inşa edilmiş. 17. yüzyılda Anchi Katedralinden büyük ikonanın getirilmesinden sonra kilisenin ismi bugünkü halini almış. Gürcistan'ın en büyük miraslarından birisi olan Kurtarıcının Vernikli İkonası bugün Güzel Sanatlar Müzesinde sergilenmekteymiş. Ben bu müzeye maalesef gidemedim ancak kilisenin içine bakmayı ihmal etmedim. 



Kiliseden sonra yürümeye devam edince bir süre sonra Barış Köprüsü'nü görmeye başladım.





Resmi olarak 2010 yılında açılan Barış Köprüsü Mtkvari (Kura) Nehri'nin üzerinde çelik ve camdan yapılmış yuvarlatılmış hatları olan modern bir köprü. İtalya'dan getirilen 200 farklı parçanın birleştirilmesi ile inşa edilmiş. Köprü, 156 metre uzunluğunda ve güneşin batışından önce 90 dakika boyunca 10.000 LED ampul kullanılarak aydınlatma yapılıyormuş. Bu aydınlatma ile Mors alfabesi kullanılarak Mendeleev'in periyodik tablosundaki kimyasal elementlerin insan vücudunu oluşturduğu mesajı veriliyormuş. Köprünün dizaynını yapan İtalyan Michele De Lucchi böylece "insanlar ve uluslar arasındaki hayat ve barışın marşı" mesajını yaymaya çalışmış.



Bu Köprü modern Tiflis şehrinin sembollerinden birisi ve Rike Park ile şehrin eski bölgesini birbirine bağlıyor. Daha sonraki bir gece kendimde şahit olduğum üzere buradaki manzara gün batımında ve gece muhteşem oluyor. 2012 yılında Köprü dünyadaki en ilginç 13 köprüden birisi seçilmiş. 





Rike Park'a doğru yürüyerek ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Biraz ileride teleferik için sıra bekleyenleri görünce o tarafa yöneldim. Çok uzun olan kuyruğun sonuna takıldım. Hava çok sıcaktı ve aksi gibi yanıma su da almamıştım. Kuyruktan ayrılmayı da göze alamayınca kendi kendime kızarak yana kavrula sıcakta beklemeye başladım. Allahtan başımda şapka ve güneş gözlüklerim vardı. Yaklaşık yarım saat kadar bekledim. En sonunda gişenin önüne ulaşıp bir ulaşım kartı ve tek biniş için 4,50 Lari ödeyerek teleferiğe bindim. Aerial Cable Car dedikleri teleferik Narikala Kalesi ile Rike Park alanını birbirine bağlıyor. Burası 2012 yılında hizmete açılmış ve teleferik kabinlerinin dört tarafı da cam olduğundan eşsiz bir manzara sağlıyor.





İstenilirse teleferiğe binmeden de Narikala Kalesi'ne çıkmak mümkün. Ancak tepeye doğru oldukça dik ve dolambaçlı bir yol olduğundan böyle sıcak günlerde yürümek yerine benim gibi teleferikle çıkılması uygun olur. Dönerken yokuş aşağı yürüyerek inmeyi düşündüğümden biletimi de tek yön olarak almıştım. Yolculuk çok uzun sürmüyor zaten, sadece birkaç dakika. Tepeden görünen manzara da bu oluyor.



Teleferikten inince önce kaleye mi yoksa heykel tarafına mı gideceğime karar verdim. Heykel tarafına doğru yürümeye başladım. Bu kadar yüksekten şehir manzarası da nefes kesiciydi. Özellikle gece müthiş olmalıydı ama ben ne yazık ki bir daha buraya gelemedim. 



Kartlis Deda (Mother of a Georgian) Heykeli  şehrin sembolü olarak biliniyor. Heykel, Tiflis'in 1500. yıldönümü kutlaması için 1958 yılında Sololaki tepesine dikilmiş. Ünlü Gürcü heykeltraş Elguja Amashukeli Gürcü ulusal kıyafetlerine bürünmüş 20 metrelik alüminyum bir kadın figürü dizayn etmiş. Bu kadın Gürcistan'ın ulusal karakterini sembolize ediyor. Sol elinde tuttuğu şarap kadehiyle dostlarına misafirperver olduklarını, sağ elinde tuttuğu kılıç ise düşmanlarına saldırıyla cevap vereceğini göstermekte. 



Heykelin yakınına kadar gittim ve sonra tekrar aynı yolu dönerek bu sefer rotamı Narikala Kalesine çevirdim. Kale Tiflis'in antik kalıntıları arasında en bilineni ve en eski yapısı. Hatta halk buraya "şehrin kalbi ve ruhu" dermiş.


Kale'nin yapımı 4. yüzyıla kadar gidiyormuş. Bu yıldan sonra Kale giderek genişlemiş. 7 ve 8. yüzyıllarda Araplar tarafından işgal edilmekle birlikte Kale modern görüntüsüne o zaman kavuşmuş. Araplar, kale duvarları içine “Emir Sarayı” inşa etmişler. 11 ve 12. yüzyıllarda bu defa Moğol istilasına uğramış. Daha önce ismi İmrenilen Kale “Shuris-tsikhe” iken Moğol istilasından sonra Narin Kala (küçük kale)'ye dönüşmüş. Kale, 1827 yılında bir depremle tahrip olmuş ve restorasyonlarla bugüne kadar sadece dış duvarları ayakta kalabilmiş.


Kalenin gece ışıklarıyla görüntüsü muhteşem oluyor ve bunu Tiflis'de kaldığım her gece keyifle gözlemledim.



Kale'nin içinde bulunan St. Nicolas Kilisesi'ne doğru gittim. Ortodoks olan bu kiliselere girişte kıyafet zorunluluğu bulunuyor. Kesinlikle şortla, mini etekle ve askılı bluzlarla giremiyorsunuz. Kiliselerin pek çoğunun giriş kısmına örtüler konularak turistlerin girmelerini kolaylaştırmışlar. Bu zorunluluğu bildiğimden yanımda uzun bir etek ve şal götürmüştüm. Hemen onları giyerek kızgın güneşin altından kilisenin içine kaçtım.


St. Nicolas Kilisesi 12. yüzyılda inşa edilmiş ve bir yangın sonrasında tamamen yok olmuş. 1996 yılında kalenin mimari yapısına uygun bir şekilde yeniden yapılmış. Haç şeklinde inşa edilen kilisenin üç tarafında kapı bulunuyor. İç kısmında ise İncil ve Gürcistan tarihindeki çeşitli olayları gösteren freskler kullanılmış. 

Burayı gezdikten sonra ön tarafında bulunan mezarları ve surlarda bulunan çanları da inceledim. Bunların mutlaka bir hikayeleri vardır ama benim araştıracak zamanım yok.


Artık dönüş zamanı gelmişti ve yokuş aşağı fazla zorlanmadan inmeye başladım. İnerken yolumun üzerinde büyük bir katedral gördüm. St. George Ermeni Katedrali olduğunu öğrendiğim büyük binaya hemen daldım.


Uzun süre yürüdüğüm ve ayakta kaldığım için çok yorulmuştum. Oturarak kilisenin içini seyretmeye başladım ve özellikle tavan işlemelerine hayran kaldım.


13. yüzyılda ana malzeme olarak tuğlayla inşa edilen Katedral daha yakın tarihlerde restore edilmiş ve bugün Tiflis'de halen ibadet yapılan iki Ermeni kilisesinden birisiymiş. Bahçesinde şair ve ressamların da gömülü olduğu eski mezarlar var. Biraz dinlendikten sonra yürümeye devam ettim ve kendimi Gorgasalis Meydanında buldum. Buradan da Metekhi Köprüsü'ne doğru yürüdüm.

Tiflis'deki en eski köprü olan Metekhi Köprüsü ilk olarak 1821 yılında ahşap malzeme ile inşa edilmiş. Bu ahşap köprü yerine 1870 yılında metal bir köprü yapılmış. Günümüzde halen kullanılan köprü ise 1950 yılında inşa edilmiş. Öyle çok mimari özelliği olan bir köprü değil. Köprü'den nehrin diğer tarafına geçerken tam karşımda Tiflis’in sembolü olan Metekhi Kilisesi ve onun bahçesinde bulunan Kral Vakhtang Gorgasali'nin heykelini gördüm.



Kura Nehri'nin kayalık bir kısmında yükselen kilise ve çevresi 5. yüzyıla dayanan tarihiyle Tiflis’teki en eski yerleşim bölgesi olarak kabul edilmekte. Biraz yokuş olan yolu tırmanarak önce Kilisenin bahçesine ve heykelin yakınına gittim.

Heykel, Tiflis şehrinin kurucusu olan Kral Vakhtang Gorgasali'nin ata binmiş, modern, bronz bir anıtıydı. Bu heykel 1961 yılında, heykeltıraş Amashukeli tarafından yapılmış. 


Heykeli yakından gördükten sonra yönümü kiliseye çevirdim. "Metekhi" kelime anlamı "saray çevresi” demekmiş. Bu bölgedeki ilk kilisenin Kraliçe Tamara zamanında yapıldığı söyleniyor. 1289 yılında Kral 2. Demetre'nin emriyle inşa edilen Metekhi Kilisesi'yle birlikte bu bölge hem dinsel yönü bulunan hem de Gürcistan krallarının yaşadığı bir bölge olmuş. Metekhi tapınağının yeraltı mezarında ilk Gürcistan şehidi olan Aziz Shushanik'in naaşı bulunmakta.


Metekhi ismine ilk 13. yüzyıl kayıtlarında rastlanmış. Burası defalarca yıkılmış ve yeniden yapılmış. Özellikle de 1235 yılındaki Moğol istilasından sonra yerle bir olmuş. Yeniden yapılan kilise bu defa da 15. yüzyılda Persler tarafından tahrip edilmiş. Gürcü kralları 16 ve 17. yüzyıllarda tekrar inşa etmişler. 1988 yılında Sovyetler döneminde bu defa kilise yakılmak istenmiş, ancak büyük bir halk direnişiyle karşılaşınca bundan vazgeçilmiş. Bir süre hapishane olarak kullanılan kilise bir süre de tiyatro olarak kullanılmış. Gürcistan'ın bağımsızlığını kazanmasından sonra orijinal amacına dönmüş. 


Kilise, ortasında kubbesiyle, yuvarlak kulesiyle çok yüksek tuğla bir yapıya sahip. Bugün halen faaliyet gösteren bir Ortodoks kilisesidir.


Burayı gezdikten sonra geldiğim istikamete geri yürüyerek Gorgasalis Meydanı'nı gezmek istedim. Bu sırada merdivenlerle inilen Meidan Bazaar adındaki tarihi bir yeraltı çarşısını gezme fırsatı buldum. Çarşıda Gürcistan el sanatlarını ve çeşitli hediyelik eşyaları bulabiliyorsunuz.


Çarşıdan çıkınca günün her saati hareketli olan bu meydandan ara bir sokağa daldım. Biraz ileri gitmiştim ki bir Sinegog binası gördüm. Hayatımda ilk kez 2 ay önce Ukrayna'nın Lviv şehrinde bir sinegogun içini görme fırsatı bulmuştum. Merdivenlerle çıkılan Sinegog'un içine girip fotoğraf çekmeye başladım. Sinegog görevlisi bana hangi ülkeden olduğumu sordu. Türk olduğumu öğrenince sanırım bundan pek hoşlanmadı ya da bana öyle geldi. Birazdan kapatacaklarını ve acele etmemi söyledi. Çok fazla inceleme fırsatı bulamadan dışarı çıkmak zorunda kaldım.


Gürcistan Sinegogu aynı zamanda Büyük Sinegog olarak da biliniyor. Burası Ahıska'dan gelerek Tiflis'e yerleşen Yahudiler tarafından 1895 ve 1903 yılları arasında inşa edilmiş. Bitişikte ise Şinval Yahudileri tarafından yapılmış bir diğer ibadet evi bulunuyor.


Sinegog, Tiflis'deki pek çok bina gibi tuğladan ve eklektik bir tarzda inşa edilmiş. Binanın tepesinde bir kubbe ve ışık girmesi için bir kule de binaya eklenmiş. İki katlı binada iki de ibadet salonu bulunuyor. Ben sadece Davut yıldızıyla dekore edilen giriş katındaki salonu görebildim. 


Sinegog'un hemen yanında da Yahudilerin iç rahatlığıyla yiyip içmeleri için bir kosher restoran bulunuyor. Şehirde gezdiğim zaman da bu kosher restoranları gördüğüme göre Tiflis'de yaşayan pek çok Yahudi olmalı.

Sinegog'dan çıkınca tam karşısına düşen bir parka doğru yürüdüm. İnsanlar banklara oturmuş sohbet ederken çocuklar da oynuyordu. Parkta çok güzel heykeller vardı.


Burada oyalanmadan yürürken Tiflis Tarih Müzesi'nin önünden geçtim.


Biraz ilerlemiştim ki uzaktan bir başka katedral gözüme çarptı. Burası da meşhur Sioni Katedraliymiş. Katedralin inşasına İberya Kralı Guaram'ın döneminde 500 yılında başlanmış. 620 yılında Kral I. Adarnese zamanında ancak tamamlanabilmiş. Katedral tarih boyunca defalarca zarar görmüş ve yıkılmış. Mevcut yapısının genel hatları 13. yüzyılda Gürcistan'ın altın çağında çizilmiş. Her restorasyonda eski haline getirmeye çalışırlarken binaya yeni unsurlar eklenmiş.


19. yüzyılda Grigory Gagarin'in dizaynları kullanılarak bütün kilise yeni baştan boyanmış. Bugün Katedral'in tavanında Gagarin'in freskleri görülebiliyor. Yan duvarlarda ise sanatçı Levan Tsutskiridze'nin 1989 yılında tamamlanan daha modern freskleri bulunmakta. Katedral'deki bütün ikonalar Gürcistan'a ait ikonalarmış. Bu Katedrali önemli kılan bir diğer özelliği ise Azize Nino'nun kutsal haçına ev sahipliği yapmasıymış. Efsaneye göre bu haç, azizenin asma dallarını kendi saçıyla bağlayarak yaptığı 2 ucu aşağıya doğru eğik bir haçmış. Bu haçın bir replikası, bronz bir kafesin arkasında  kilisede sergileniyormuş ama nerelere sakladılarsa ben göremedim. Gerçek haç ise bu kilisede güvenli bir şekilde  ve gözlerden uzakta saklanmaktaymış.


Bu azizenin Anadolu'da Kapadokya'da yaşamış olduğunu söylemeliyim. Bunu ertesi gün gittiğim turdaki rehberimiz anlattığından yeri gelince daha detaylı olarak bahsedeceğim.

Katedral'in önünden yürümeye devam edip merdivenleri çıkınca yol boyunca satış yapan tezgahları gördüm. Artık akşam olmak üzereydi ve bu nedenle çok fazla canlılık yoktu. Burada yağlı boya resim, deri giyim ve süs eşyası, yapma çiçek, çanta, tişört gibi çoğu Gürcistan'a ait el sanatı olan çeşitli ürünler satılmaktaydı. Hatıra olması için keçeden yapılmış küçük bir cüzdanı Türklerin milli sporu olan sıkı bir pazarlıkla 5 Lari'ye aldım. 


Sokak aralarına girdiğimde yine tarihi olduğu belli olan ancak adını bilemediğim bir kiliseyi gezdim.



Artık akşam olmaya başlamıştı ve yemek için uygun bir yer aramaya başladım. Küçük ve şirin bir parkta bulunan bir kafeye oturdum. Açık havada yemeyi özellikle tercih etmiştim. Gelen geçeni de seyrederek sipariş ettiğim kebabı yedim ve 2 içecekle birlikte bu yemek için 15 Lari ödedim.



Pansiyona dönerek kafamda soru işareti olan Azerbaycan'a gidiş yolunu araştırmaya başladım. Tiflis'de 3 tane otobüs terminali varmış. Uluslararası işleyen otobüsler Ortachala denilen bir terminalden hareket ediyormuş. Beni havalimanından arabasıyla alan yaşlı ev sahibine bu terminale nasıl gidebileceğimi sordum. Hemen yakınlarda olan bir caddeyi tarif etti ve oradan geçen numarasını şimdi hatırlamadığım minibüslere binerek gidebileceğimi söyledi. Bu caddeye çıktığımda şansıma hemen bir minibüs geldi. Minibüs ve otobüs ücretleri Tiflis'de çok uygun ve sadece 40 Kuruş gibi bir ücret veriyorsunuz.

Ortachala Terminalinde inince gözüme hemen bir Metro Seyahat tabelası çarptı ve hemen oraya doğru seyirttim. Bankoda oturan kıza Azerbaycana geçmek istediğimi ve bunun için bilet alacağımı söyledim. Kız bu otobüslerin 4 civarında buradan kalktığını ve bileti de şimdi firmanın kapalı olması nedeniyle gün içinde alabileceğimi söyledi. Ertesi gün tura katılacağımı ve gelemeyeceğimi, mümkünse hemen biletimi almak istediğimi söyledim. Şansım yaver gitti ve orada oturmakta olan bir genç söze karışarak Kırmızı Köprü denilen sınır noktasına gidersem oradan Azerbaycan'a kolayca geçebileceğimi ve oradan da istediğim yere araç bulabileceğimi söyledi. Bunu öğrenince büyük bir rahatlık hissettim. Artık Tiflis'deki diğer günlerimde rahat rahat gezebilirdim. Geldiğim şekilde yolun karşısına geçip merkeze geri döndüm. 

Akşamın ışıklarıyla hem Narikala Kalesi ve hem de Metekhi Kilisesi çok güzel görünmeye başlamıştı.


Şehrin görmediğim kısımlarını keşfetmek amacıyla Narikala Kalesi'nden yokuş aşağı inerken gördüğüm Sülfür Hamamlarına doğru yürüdüm.


Bu hamamlara Erekle'nin hamamları da deniyormuş. Tarihçiler genellikle bu hamamların Arap döneminde 7 ve 8. yüzyıllarda yapıldığını söylüyorlarmış. Altın Çağ boyunca burada neredeyse 68 hamam varken 17. yüzyılda şehrin sürekli işgal edilmesi ve bu nedenle hamamların tahrip olması yüzünden sayı sadece 6'ya düşmüş. Caddenin sonuna kadar yürüdüm ve su kenarına yapılan yürüyüş yolundan daha ileriye gitmeye çalıştım. Akan suda cirit atan kurbağaların sesini duydum. Yukarılarda bir yerde Kalenin de bulunduğu kayalıklardan sular akıyordu. Geri dönerken caddenin sonunda gördüğüm mozaik duvarı yakından görmek istedim. İslam mimarisiyle yapılmış bu çok güzel bina Orbeliani Hamamıymış. Bu gördüğüm mozaik de şehirdeki İslam etkisini gösteren tahrip olmamış son örnekmiş. Bu hamam 17. yüzyılın sonlarında yapılmış ancak 19 ve 20. yüzyıllarda önemli bir şekilde restore edilmiş.


Hoş bir fotoğrafla ilk günün kapanışını da yapmak isterim.


Artık yorulmuştum ve pansiyona gidip dinlenmek istiyordum. Ertesi gün Mtskheta turuna katılacaktım ve bunun için zinde olmam gerekiyordu. Pansiyonun yerini çok zorlanmadan buldum ve hemen odama giderek uyumaya çalıştım.

29 Haziran 2017

Sabah erken kalkıp bir gün önce yakınlarda gördüğüm küçük bir fırına gittim. Buradan peynirli haçapuri alarak çay eşliğinde pansiyonda kahvaltımı yaptım. Ancak bu haçapuriler o kadar büyüktü ki neredeyse yarısını yiyemedim ve sonraki gün yemek üzere pansiyona bıraktım.

Bir gün önce tur biletimi aldığım Georgian Tour adlı seyahat acentasına doğru yürümeye başladım. Tur saat 9'da hareket edeceğinden 15 dakika önce orada olmam gerekiyordu. Mesafeyi tam kafamda oturtamadığımdan ve biraz da gecikme korkusu nedeniyle 8.30'da acentanın önündeydim. Gidilecek yerlere göre bizi gruplandırdılar ve acentanın adı bulunan birer boyun askılığı verdiler. Gruplar teker teker binip gittiler ve kala kala biz kaldık. Toplam 6 kişiydik ama acenta sayımız az diye turu iptal etmedi ve ismini unuttuğum genç yaştaki rehberimizle birlikte yola koyulduk. İşin tuhafı 3 kişi Rusya'dan gelmiş ve sadece Rusça konuşabiliyordu. Bir Amerikalı kız ve bir de Rusça ile İngilizce bilen Endonezya'lı bir genç vardı. Rehberimiz tur boyunca helak oldu zavallı. Gittiğimiz yerlerle ilgili bilgileri 3 kişiye Rusça anlatıyordu ve bu arada biz de anlamadığımız için sağa sola dağılıyorduk. Sonra bizi toplayıp aynı şeyleri dönüp bir de İngilizce anlatıyordu.

Tur minibüsü de konforlu sayılırdı ama nedense çok fazla klimasını kullanmıyorlardı. Çok güzel manzaralar eşliğinde kıvrım kıvrım dolanarak çok yüksek bir noktada bulunan Jvari Manastırı'na ulaştık.


Bu Manastır erken Orta Çağ Döneminin en önde gelen eseri sayılıyor. Antik şehir olan Mtskheta'nın tam karşısındaki bir dağın tepesinde bulunuyor. Buranın 6 - 7. yüzyıllarda inşa edildiği belirtiliyor. İsminin kelime anlamı “Haç Manastırı” imiş ve aynı adı taşıyan bir diğer Gürcü manastırı da Kudüs şehrinde bulunmaktaymış. İşte Azize Nino burada da karşımıza çıkıyor. Azize Nino ilk ahşap haçı bu bölgede yapmış. Kilisenin ortasında bunun ana kaidesi hala görülebiliyor. Minyatür büyüklüğüyle klasik dört ucu olan bu örnek bütünselliği ve güzelliğiyle izleyenleri büyülüyormuş.


Yeri gelmişken biraz da Azize Nino'dan bahsedeyim. M.S. 280-332 yılları arasında yaşayan ve Gürcü Ortodokslarının en büyük azizesi olan Azize Nino'nun Kapadokya bölgesinde Ortahisar'da yaşamış olduğu söyleniyor. Burada Hristiyanlığı yaymaya çalıştıktan sonra kiliselerde fresk ve ikonaların yasaklanmasının ardından küçük bir İncili saçlarının arasına saklayarak kaçtığı ve Gürcistan'a yerleştiği rivayet ediliyor.

O zaman aya, güneşe ve yıldızlara tapan Gürcistan halkına Hristiyan öğretilerini anlatarak halkın Hristiyanlaşmasını sağlamış. Ayrıca rivayet şudur ki çeşitli mucizelerle hastaları da iyileştirmiş. Bunlar abartılarak ve üstüne eklemeler yapılarak nesilden nesile aktarılmış hikayeler olsa gerek.


Kilisenin bir zamanlar mozaiklerle dekore edilen iç kısmı ise şimdi oldukça çıplak durumda. Ancak Kilisenin içinden çok dışından gördüğümüz manzara mükemmel ötesi denebilecek güzellikte. Çok yüksekte olduğumuz için her yer ayaklarımızın altında gibiydi. Kuzeyden gelen Mtkvari Nehri, kent içinde Aragvi Nehri ile birleşiyor. 



Biraz seyredip fotoğraf çektikten sonra rehberimizin uyarısıyla hepimiz minibüse döndük.

Sonraki durağımız yükseklerden gördüğümüz Mtskheta oluyor. Tiflis şehir merkezinin yaklaşık 20 km kuzeyinde olan bu şehre Gürcistan’ın ruhani merkezi, hatta ikinci Kudüs diyorlarmış. Bu bölge 1994 yılında UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi”ne dahil edilerek koruma altına alınmış. 


Minibüsten iner inmez hemen Svetitskhoveli Kilisesi'ne doğru yürüdük. Rehberimiz bu bölgenin tamamen restore edildiğini ve şehrin turizme açıldığını söyledi. Gerçekten evler çok bakımlı ve mimari olarak da çok güzel gözüküyordu. Kilisenin kapısına gelince giriş ücreti olarak kişi başı sanırım 5 Lari toplanarak biletlerimiz alındı.


İçeri girdiğimizde oldukça büyük bir bahçesi olan büyük bir kiliseyle karşılaştık. 



Svetitskhoveli Katedrali ve Jvari Manastırı'nda Gürcü Alfabesinin erken dönem örnekleri bulunmaktaymış. Uzun yıllar, burası Gürcüler tarafından baş kilise olarak kabul edilmiş ve en saygı duyulan ibadet yerlerinden birisi olmuş. 1994 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesinde. Devasa Katedral binasının içerisinde, çok daha eski küçük dini yapılar da bulunuyor. 14. yüzyılda Moğol yıkımından da nasibini almış ama buna rağmen yine de ülkenin en güzel dini yapılarından birisi olagelmiş. Yerde, azizlere ait mezarlar da bulunuyor. Oldukça yüksek tavanı, üç yana açılan kapısı, dev kolonları ile gerçekten büyük ve etkileyici bir bina. 


Güya İsa’nın gömleği Kartli’nin başkenti Mtskheta'da gömülüymüş. Bu gömleği buraya İsa’nın çarmıha gerilmesi sırasında Kudüs’te bulunan Mtskhetalı bir Yahudi olan Elioz getirmiş. Azize Nino işte burada da karşımıza çıkıyor. Kral Mirian’ın emriyle, Azize Nino’nun belirlediği bir yerde bir kilise yapımına başlanmış. Azize Nino'da, üzerinde çok büyük bir ladin ağacı büyüyen İsa’nın gömleğinin gömülü olduğu yeri seçmiş. Kilise yapılırken bu ladin ağacını kesmişler ve bundan bir sütun yontmuşlar. Bu sütunu kilisenin yükseleceği yere dikmek istemişler ama bir türlü başaramamışlar. Akşam olunca Azize Nino burada kalmış ve bütün gece dua etmiş. Sabah olduğunda bir mucize gerçekleşmiş. Gökyüzünden ışıkla inen bir genç sütunu alıp göğe yükselmiş ve sonra sütun kendiliğinden istenilen yere dikilmiş. Yeni yapılan kiliseye bundan dolayı Svetitskhoveli (Yaşayan Sütun) ya da Tsotshali Sveti (Canlı Sütun) adı verilmiş. Bu hikayeler doğrusu çok eğlenceli oluyor.

Bu kilise ilk defa 4. yüzyılda ahşaptan inşa edilmiş ve bu ilk kilisenin bazı nüveleri halen korunuyormuş. Gürcü Rönesans mimarisinin en parlak örneği olan halihazırdaki bu kilise ise mimar Arsukidze tarafından 1010-1023 yıllarında yenilenmiş.


Kilisenin içinde de rehberimiz önemli olan yerleri bize anlattı ama nedense bunların hiçbirisi akılda kalıcı olmuyor.







Zaten artık kilise gezmek de çok enteresan gelmemeye başladı. Hepsi birbirine çok benziyor. Burada çok ilginç bir hadise başıma geldi. Önünde çok büyük bir kalabalık olan bir kapı görünce çok merak ederek kalabalığı yardım ve içeri girdim. Renkli giysiler içindeki papazlar ilahiler eşliğinde kuyruğa girmiş insanlara sanırım şaraba bandırılmış ekmek yediriyorlardı. Hep filmlerde gördüğümüz bu sahnenin cep telefonumla fotoğrafını çekmek istedim. Ancak yaptığım salaklığı o anda kendim de fark ederek telefonu hızla aşağı indirirken telefonun çekme sesi ortalığı deyim yerindeyse inletti ve flaş da bu ibadet yapan topluluğun üzerinde patladı. Din adamı hemen bana doğru bakıp anlamadığım sözlerle bir şeyler söyleyerek elini sallayıp dışarı çıkmamı istedi. Madem çekeceksin sessize al ve flaşı kapat bari değil mi! Fotoğrafı çekemediğime mi yanayım kovulduğuma mı bilemedim. Sonradan araştırınca 15.yüzyılda Kudüsteki kutsal mezarın bir replikasının bu Katedral içinde yapılan bir şapelde bulunduğunu öğrendim. Kovulduğum şapel muhtemelen burası olsa gerek. Katedral'in içinde ayrıca pek çok kralın ve Gürcü asilzadesinin mezarları bulunuyor.

Kiliseyi gezip dışarı çıktıktan sonra bir sokak boyunca kurulmuş olan hediyelik eşya standlarına bakmaya başladık. Kimsenin bir şey alacağı yoktu ama boş boş bakındık durduk.


Sonra tekrar minibüse binip sonraki durağımız olan Samtavro Kilisesi'ne gittik. Gördüğünüz gibi hepsi artık birbirine benzemeye başladı. Yine de Samtavro Kilisesi’nin pencere kenarlarındaki taş işçiliğinin muhteşem gözüktüğünü itiraf etmeliyim. 



Samtavro Manastır kompleksi 1130 yılında Kral Miryan ve karısı Nana tarafından yaşam alanı olarak yaptırılmış ve öldükten sonra Kilise bahçesinin güneybatısına gömülmüşler. Daha sonra burası Gürcü kraliyet ailesinin mezarlığı ve cenaze törenlerinin yapıldığı bir yer olmuş. Kilisede ve bahçede pek çok mezar bulunuyor.



Bahçede adı Azize Nino olan ve 4. yüzyılda yapılmış küçücük bir kilise bulunuyor.


Kuzey batı tarafında 13. yüzyıldan kalma 3 katlı çok güzel bir çan kulesi bulunuyor.


Güney batısındaki binalar ise hem rahibelerin yaşadığı hem de dini seminerlerin verildiği bir yermiş. Rehberimiz buranın bahçesinin ve çiçeklerinin meşhur olduğunu söyledi. Zaten kimseler giremesin diye bahçeyi kapatmışlar. Kilisenin içinden de birkaç fotoğraf görelim.



Rehberimiz gitme vaktinin geldiğini söyleyerek bizleri toparladı ve minibüse binerek Gori'ye doğru yola koyulduk. Gori, Gürcistan’ın iç kısmında kalan küçük bir şehir. Gori'nin kelime anlamı Gürcü dilinde tepe imiş. Eskiden çok daha kalabalık olan şehir nüfusu bugünlerde 50.000 civarındaymış. Buranın bu kadar önemli olmasının en önemli nedeni Sovyet liderlerinden Stalin’in doğum yeri olması ve Stalin için oluşturulan Müze ile doğduğu evin ziyaret edilebilmesi. Babası kunduracı olan ve 1879 yılında doğan Stalin’in asıl adı Joseph Vissarionovich Jughashvili'ymiş. Yakın Rus tarihine damgasını vurmuş önemli kişiler arasında olan ve daha çocuk yaştayken devrimci eylemlere katılan Stalin kimilerine göre bir katil kimilerine göre ise bir kahraman. Tarihi bir kişilik olması nedeniyle özellikle ona ait eşyaların ve belgelerin sergilendiği müze tüm turistlerin ilgisini çekiyor. 



Stalin Caddesi’nde bulunan Stalin Müzesi'ne giriş 10 Lari, tren vagonunu da görmek isterseniz ayrıca 5 Lari ödüyorsunuz. Treni dışından gördüğüm için varsın içini de görmeyeyim diyerek sadece Müze bileti aldım. Müzede Stalin’e ait pek çok eşya, portreleri, fotoğrafları, hayatıyla ilgili belgeler, verilen hediyeler belli bir sistematik içinde sergilenmekteydi. Stalin öldüğünde yüzünden kalıp alınan alçı maske de burada sergileniyor. Oldukça da büyük bir Müze ve sergilenen bu kadar çok malzemeyi görünce Rusya'da Stalin'e ait hiçbir şey kalmadığından kuşkulandım.






Rehberimiz saat verip bizi serbest bırakmıştı. Çabucak Müze'yi gezip dışarı çıktım. Müze'nin kapısında fotoğraf çektirirken bir genç espri olsun diye fotoğrafıma dahil olmak istedi.


Müze'nin bulunduğu geniş alanda Stalin’in doğduğu evi de görebiliyordunuz. Müze'nin önündeki bahçede üzeri kapatılarak koruma altına alınmış ve ahşap sütunlarla desteklenmiş küçük evi buldum. Ancak ev kapalı olduğundan ne yazık ki içini göremedim.




Daha sonra Stalin'in pek çok seyahatini gerçekleştirdiği özel vagonun dışından fotoğrafını çektim.



Gezimiz tamamlanınca buluşma noktasına gittim ancak herkes geldiği halde anne-kız Ruslar ortada yoktu. Uzun süre onları beklemek zorunda kaldık. Sadece 6 kişiydik ve verilen saatte toplanamıyorduk. Bir de kalabalık olsak ne olurdu acaba!

Rehberimiz gidip onları buldu ve minibüsümüz bizi Gori şehrinde yemek yiyeceğimiz bir restorana götürdü. Şansımıza elektrik kesilmişti ve boş olan restoranda karanlıkta oturduk. Sonra neyse ki elektrik geldi ve ayağımızı sürümüşüz gibi restoran bir anda gelenlerle doldu taştı. Anne-kız Ruslar dışında dördümüz aynı masaya oturduk. Bu da iyi oldu ve başladık sohbet etmeye. Bu tür turlar başka ülkelerden gelen insanları tanımak için de son derece faydalı oluyor. İçinde sığır eti olan Bozbaşı adında bir yemek sipariş ettim. Gele gele içine kemikli bir parça et konulan çorba gibi bir yemek geldi. Bu restoran turistik olduğundan fiyatlar da çok yüksekti. Ekmek için de ayrı ücret alıyorlardı. Yemeğin yanına bir de içecek söylemiştim ve ekmekle beraber toplam 16,5 Lari hesap geldi. Ödeme sırasında sıkıntı yaşadım ve garson para üstünü epeyce bir tutar eksik getirince hesaba itiraz ettim. Belki de kalabalıktan istifade edip böyle yaparak turistleri kazıklıyorlardır. Onun için turistik seyahatlerinizde mutlaka hesabı ve verdiğiniz parayı kontrol edin. 

Yemek sonrası minibüse bindik ve son gezi noktamız olan Uplistsikhe adlı bizim Kapadokya'yı andıran antik kayalık yerleşim bölgesine gittik. Buraya giriş ücreti olarak 5 Lari ödedik.



Uplistsikhe kelimesi "Tanrı'nın Kalesi" anlamına geliyormuş. 1. yüzyılın ilk yarısından kalan bu antik mağaralar önemli ticaret rotalarının kesiştiği bir yerde bulunuyor. Pagan dininin merkezi olan 4 hektarlık bu bölgede mağaralar, tiyatrolar, altarlar, pagan tapınakları, gizli tüneller, hapishaneler, eczane, fırın, geçitler, caddeler hep taşlar oyularak yapılmış. Bölge, Kartli krallarının da yaşadığı bir yer olmuş.


En zengin olduğu yıllarda burada yaşayan nüfusun yaklaşık 20.000 kişi olduğu tahmin ediliyor. Hristiyanlığın bu bölgeyi de etkisi altına almasından sonra 9 ve 10. yüzyıllarda buraya 3 odalı bir de bazilika (Three Nave Bazilika) inşa edilmiş.


Daha sonra yapılan kiliseyi ise kapalı olduğundan gezme fırsatı bulamadık.



Birçok Gürcü şehrinin Moğollar tarafından istila edilmesi ile burası da önemini kaybetmiş ve insanlar burayı terketmiş. Buradan arkeologlar tarafından çıkarılan altın, gümüş ve metal bir çok materyal Tiflis'deki Ulusal Müzede sergileniyormuş. Bu bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine girmek üzere aday listede yer alıyormuş. Kayalardan hoplaya zıplaya ve biraz zorlanarak çevreyi gezdik.




Yüksek bir noktada olduğumuzdan buranın manzarası da nefes kesiciydi.


En sonunda çevre gezimizi tamamlayınca geldiğimiz kayalık yoldan geri döneceğimizi sandık. Rehberimiz bize son bir soru soracağını söyledi. Böyle yüksek bir yerde konuşlanan insanlar düşmanlarıyla nasıl savaşabilmişlerdi. Her kafadan ayrı bir cevap yükseldi ama rehberimiz cevap için bizi merdivenlerle inilen dik bir tünele götürdü.


Buradan indiğimiz zaman bir anda kendimizi nehir kenarında bulduk. Bu da rehberimizle birlikte sevimli grubumuzun nehir kıyısındaki o anı. 


Artık gitme vakti gelmişti. Minibüse binerek Tiflis'e doğru yola koyulduk. Seyahat acentasının önünde indiğimde saat neredeyse 8'e geliyordu. O anda Acentanın açık olmasına rağmen ertesi gün gideceğim turun biletini almayarak büyük hata ettim. Beni yanıltan o gün 6 kişi gittiğimiz için diğer turda da yer olacağını düşünmemdi. Her neyse belki de daha iyi oldu. Önce pansiyona giderek biraz dinlendim ve yemek için tekrar merkeze doğru yürüdüm.


Ortalık ana-baba günü gibiydi ve çok eğlenceliydi. Her yerden değişik bir müzik sesi yükseliyordu. Ben de biraz müzik dinledim ve şehrin ışıklarını seyrettikten sonra dinlenmek için pansiyona döndüm. 

30 Haziran 2017

Tura katılacağım diye erkenden kalktım ve hemen kahvaltımı yapıp yola koyuldum. Bir gün önce katıldığım turdan memnun kaldığımdan aynı acenteyle Signagni turuna katılmak istiyordum. Biletimi almak istediğimde hiç yer kalmadığını söylediler. Tabi bunu duyunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kendi kendime kızdım neden daha önce biletini almadın diye. Bu acentedeki başka turlar da hep doluymuş. Cadde üzerinde gördüğüm bir diğer acentaya koştum. Çünkü turların hemen hepsi saat 9 civarında hareket ediyordu. Maalesef bu acentede de hiç yer kalmamıştı. Deli gibi sağa sola koşturup başka acente bulmaya çalıştım. Bu arada vakit de ilerliyordu.

Tam artık boş tur bulmaktan umudu kesmiştim ki yine aynı cadde üzerinde gözüme çarpan bir acenteye son kez sorayım dedim. Burada 2 turda boş yer olduğunu ve hatta birisinin 10 dakika sonra hareket edeceğini öğrendim. Biraz pahalı bir tur oldu ama en azından günümü ziyan etmedim. Tabi planladığım tur yerine Kazbegi denilen dağlık bölgeye gidecektik. Tur için öğle yemeği ve dağa çıkış için jip ücreti dahil 84 Lari ödedim. Acentada oturan yaşlı bir kadın kendisinin de bu tura katıldığını belirterek iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Sonradan yaptığımız sohbette Yeni Zelanda'dan geldiğini, yaklaşık 2 aydır bu bölgede seyahat ettiğini ve ODTÜ'de yıllar önce 1 yıl ingilizce öğretmenliği yaptığını öğrendiğim bu kadın 70'in üzerinde neredeyse annem yaşlarındaydı. Doğrusu enerjisine, bilgisine ve girişkenliğine hayran oldum. Tur minibüsüne binince hemen hemen herkesle ahbap oldu. Neyse biz dönelim yine gezimize.

Önceki güne göre bu tur hayli kalabalıktı. Sanırım yanlış hatırlamıyorsam 17 kişi kadardık. Kalabalık olduğu için biletlerde oturacağımız yer numarası da yazıyordu. Rehberimiz oldukça bilgiliydi ve seyahat süresince sürekli bize bir şeyler anlattı. Gürcistan tarihi, yaşamı, kültürü, doğası ne ararsanız bulacağınız bir anlatımdı. Yolumuz epeyce uzundu ama programımızda sadece Kazbegi yoktu. İlk olarak araba seyir halindeyken kenarından geçtiğimiz Zhinvali Barajını gördük. Burası Gürcistan'ın en önemli barajlarından olup Tiflis'in su ihtiyacının büyük kısmı buradan karşılanıyormuş.

Burayı geçtikten kısa bir süre sonra ilk mola verdiğimiz yer Ananuri Kalesi oldu. Muhteşem bir manzaraya sahip olan bu Kale Aragvi Nehri'nin kıyısında bulunuyor.



Bu Kale de UNESCO'nun aday listesinde bulunuyormuş. Zalim bir yönetici olan Aragvi Dükü tarafından yaptırılmış ve en eski bölümleri 13. yüzyıldan kalmaymış. Mimari yapısı geç Orta Çağ tarzında olan bu kompleksin içinde bir kale, 2 kilise, eski bir saat kulesi, hapishane ve diğer evler bulunuyor. Kiliselerden büyük olanı Dük Bardzem'in oğlu için 1689 yılında yaptırılmış.



Kilise'nin duvarları ve kapıları çok şık bir şekilde dekore edilmiş.






Bu kompleks meşhur Gürcistan Askeri Otoyolu üzerinde bulunduğundan Gürcistan'ın kuzey sınırında bir gardiyan gibi de işlev görmüş. Tarihi yapıların ve kilisenin içine girip gezdik ama beni en çok etkileyen kaleden bakıldığında görünen muhteşem manzara oldu. Hava da şansımıza pırıl pırıldı.






Kale'nin önünde birçok stand kurulmuştu. Turistlere yerel ürünler ve çeşitli hediyelik eşyalar satıyorlardı. Aslında çok güzel doğal bal vardı ancak benim gezim daha 10 gün süreceği için taşımak istemiyordum. Bunun yerine tadına bakarak karar verdiğim nar rengindeki cevizli sucuklardan 3 Lari ödeyerek aldım.
   

Rehberimizin verdiği saate göre gezimizi tamamladık ve hepimiz zamanında minibüsteki yerini aldı. Bir süre gittikten sonra tekrar nehir kenarında durarak siyah-beyaz nehri izledik. İlginç bir şekilde 2 koldan akan su tam önümüzde birleşiyor ama sular birbirine karışmadığından bir kısmı siyah ve bir kısmı beyaz olarak akıyordu. Oldukça değişik bir görüntüydü ve bunun nedenini bilemiyorum. 




Kafkaslardan beslenen Aragvi Nehri pek çok kola sahipmiş. Mtiuleti yani Beyaz Aragvi ile Gudamakari yani Siyah Aragvi kolları bulunduğumuz Pasanauri noktasında birleşip Zhinvali barajına kadar akıyormuş. Burada da epeyce fotoğraf çektikten sonra yola devam ettik.





Yolda Gudauri kayak bölgesinden geçtik. Uzaktan kışın kayak yapılan dağları ve tepeleri görüyorduk. Bu mevsimde bile bazılarının üstü karlarla kaplıydı.





Sırada traverten benzeri bir kayalık vardı. Rengi bizim Pamukkale travertenleri gibi beyaz değildi ve daha sarımtrak bir rengi vardı. Kafkaslarda birçok maden ve mineral yatakları varmış ve bu bölgede de sülfür bulunmakta. Zaten kayalığın adı da Sülfür Kaya'sıydı. Rehberimiz tehlikeli olmadığını tırmanıp yakından bakabileceğimizi söyleyince herkes sağa sola dağıldı.



Yaklaşık onbeş dakika sonra herkes arabaya döndü ve tekrar yolumuza devam ettik. Yol boyunca belirli aralarla yapılmış tüneller görmeye başladık. Bu bölgede kar çok yağdığından yollar kapanmasın diye böyle bir çözüm bulunmuş.


En sonunda Stepantsminda denilen küçük bir kasabaya geldik. Aslında bu kasaba daha çok Kazbegi ismiyle biliniyormuş ve burası Rus sınırına çok yakınmış. Burada konaklamak için pek çok seçenek bulunuyor. Muhteşem bir manzarası ve yaz ayında olmamıza rağmen titreten bir havası var. Ne yazık ki sabah başka bir tura katılacağımı düşündüğümden hazırlıklı gelmemiştim. Yanımda sadece kiliselere girerken başıma atarım diye aldığım bir şal vardı. İnce bir şal olmasına rağmen yine de iyi iş gördü.


Burada tur minibüsünden inerek 7 yolcunun binebildiği küçük Mitsubishi jiplere bindik. İşte ondan sonra hayatımın en sarsıcı yolculuğunu yaptım. Hoplata zıplata, daracık ve virajlı yollardan son sürat giden jipte farklı duyguların etkisi altında kaldım. Yan tarafı uçurum olan yolda en küçük hatada düşme tehlikesi olduğundan büyük bir korkunun pençesinde kıvranırken diğer tarafta gördüğüm muhteşem ve eşsiz manzaranın sarhoşluğunda adeta büyülenmiş gibiydim. Şoförler karşı taraftan araç geldiğinde iyice yan tarafa yanaşıyorlar ve hızlarını azaltmadan devam ediyorlardı. Bu yolu yürüyerek çıkanlar da vardı ama çok uzun ve dik olduğundan yürünecek gibi değil. Yüründüğünde yaklaşık 3 saat sürüyormuş. Atla da gidilebiliyormuş ancak çok iyi bir at sürücüsü olmak lazım. En sonunda Kazbegi Kasabasındayken uzaktan bit gibi gördüğümüz Gergeti Trinity Kilisesi'ne ulaştık.




Aracımız yeşil bir alanda park ettikten sonra herkes gezmek için dağıldı. Gergeti Trinity başka bir adla Kutsal Trinity Kilisesi Khevi bölgesinde 13-14. yüzyılda inşa edilen tek kubbeli bir kilise. Kilise'den ayrı olarak bir de çan kulesi bulunuyor.




Kafkasların en yüksek ve en güzel tepe noktasında 2170 metre yüksekliğinde bulunan Kilise Gürcü Ortodoksları için çok büyük önem taşıyormuş. 8. yüzyılda Tiflis Persler tarafından işgal edilince başta Azize Nino'nun haçı olmak üzere değerli miraslar korunmak için Mtskheta'dan buraya getirilmiş. Sovyetler döneminde de bütün dini hizmetler yasaklanmasına rağmen burası popüler bir uğrak noktası olmuş.



Kilisenin içine girdim ve sağa sola bakınırken kapının yanındaki rahiple gözgöze geldim. Bana işaretle dışarı çıkmamı söyledi. Elimle bermuda eşofmanı gösterip bu yüzden mi diye sordum. Maalesef bu kilisede Tiflis'de gittiğim bütün kiliselerde olduğu gibi kapı önüne örtüler konulmamıştı. Ben de buna güvenip yanıma etek almamıştım. Benim arkamdan bizim gruptaki başka bir kadına da aynı şeyi söyledi. Zaten kiliseler hep aynıydı ve gördüğüm kadarıyla da çok fazla bir şey kaybettiğimi söyleyemeyeceğim. 



Kiliseden çok buranın manzarası beni daha çok etkiledi. Çok yükseklerde olduğumuzdan Kafkasların karlı tepelerini ve Kazbegi Kasabasıyla birlikte yemyeşil bir ovayı görebiliyordum. Burası kesinlikle doğaseverlerin kaçırmaması gereken bir yer. Hatta belki bir kaç gün kalıp yürüyüş yapılarak fotoğraf çekilebilir. Bu bölgenin doğası aynı bizim doğu Karadeniz bölgesine benziyor.




Bu Kazbegi Dağıyla ilgili bir de mitolojik bir hikaye bulunuyor. Amirani isimli bir kahraman ölümlülere hediye etmek için tanrıların elinden ateşi çalmış. Prometheus'a benzer şekilde ceza olarak tanrılar onu Kazbegi Dağı'nın çok yüksek bir noktasına zincirlemişler. Bu hapsin Dağın 13.000 feet yüksekliğinde bulunan Bethlemi Mağarası'nda olduğu şeklinde bir rivayet bulunuyor. 




Bu alana turistlere yönelik olarak atlar da getirilmiş ve isterseniz sizi bindirip yavaş adımlarla etrafı gezdirebiliyorlar.



Çevrede gezerken başka bir grupla gelen bir kızı perişan halde gördüm. Arkadaşlarıyla yürüyüş yaparken ayağı takılıp düşmüş ve her tarafı ıslanmış çamur olmuştu. Böyle yerlerde yürüyüş yaparken her daim dikkatli olmak gerekiyor. Hava zaten serindi ve zavallıcık o halde herhalde donmuştur.

Zamanımız dolduktan sonra herkes geldiği jiplere bindi ve geri dönmeye başladık. Artık bu kadar geziden sonra yavaş yavaş acıkmaya başlamıştık. Jiplere bindiğimiz yerde inerek tekrar tur minibüsüne geçtik ve o da bizi bu kasabadaki yerel bir evin önüne götürdü. Başka bir tur minibüsü de geldi. Evin büyük bir bahçesi vardı ve uzun masalar hazırlanmıştı. Her tur grubu ayrı bir masaya yerleşti ve şenlik başladı. Aman Allahım o ne yiyeceklerdi öyle! Bir tabak yeni bir yemek önümüze konuyor daha onu bitirmeden başka bir yemek geliyordu. Gürcü mutfağının meşhur yiyecekleri Khinkali yani mantı ve Haçapuri yani farklı iç malzemeyle hazırlanmış börekleri soframızın baş konuklarıydı. Yediğim tavuk budu bile sanırım organik olduğundan çok lezzetliydi. O kadar çok yiyecek geldi ki çoğu yemeği bitiremedik bile.


Yemek sonunda herkese çay mı Türk kahvesi mi istedikleri soruldu. Ben de merak ettiğimden kahve istedim. Ancak tabi bu kadar insana fincanla mı kahve servis edecekler. Kağıt bardaklara konulmuş kahve oldukça tatsız tuzsuz geldi ve bir de böyle ruhsuz bir içeceğe Türk kahvesi denmesi ağrıma gitti. 


Yemek sonrasında tekrar minibüse binerek dönüş yoluna geçtik. Rehberimiz bu dağlarda parasailing yapıldığını ve istersek gerekli hazırlıkları yaptırmak için ona söylememizi istedi. Gruptan sadece Hintli karı-koca olarak katılan adam katılmak istedi. Bizi Gürcistan-Rusya Dostluk Anıtının bulunduğu alana bırakan minibüs bu adamı ve karısını parasailing için etkinlik bölgesine götürdü.

Bu Anıt, Georgievsk Anlaşmasının 200. yıldönümünü ve Rusya ile Gürcistan'ın devam eden dostluğunu kutlamak amacıyla 1983 yılında inşa edilmiş. Oldukça renkli olan Anıt aynı zamanda muhteşem bir manzarayı gözlemlemek için bir platform görevi görüyor.









Burada uzun süre geçirdikten sonra Hintli kadını getiren minibüse binerek adamı paraşütle indiği yerden almak için yola koyulduk. Adamı aldığımızda bir ayağında ayakkabı bulunmadığını gördük. Meğer havalanırken bir ayakkabısı platformda kalmış ve karısına alması için seslenmiş. Ancak kadın rüzgarın sesinden sanırım ne dediğini anlamamış. Rehberimiz ayakkabıyı almak için tekrar yukarı dönemeyeceğimizi ancak biz kabul edersek burada bekleyeceğimizi ve bir taksinin ayakkabıyı getirebileceğini söyledi. Adam taksi parasını vermeyi kabul etti ama uzunca süre beklemek zorunda kaldık. Adamın ayağına bakıp bakıp herkes gülüyordu. Havada uçacaksın madem insan ayakkabısını sağlam bir şekilde  bağlar.

Ayakkabı teki de gelince artık dönüş yoluna koyulduk. Tiflis'e girişte çok güzel bir heykel vardı ve arabadan çekmeye çalıştım.



Ayakkabıyı beklediğimiz için Tiflis'e planlanan saatten sonra varabildik. Öğle yemeğini geç bir saatte ve fazlasıyla yemiştik. Bu nedenle artık akşam yemeği yiyecek durumda değildim. Pansiyona uğrayıp biraz dinlendikten sonra yine sokaklarda dolaşıp insanların coşkusunu seyrettim. Parkta gezip Barış köprüsünün renkli halini gördüm.







Ertesi gün Azerbaycan'a doğru yola çıkacaktım. Gitmeden önce sabah erkenden birkaç yeri daha görmek istiyordum. Pansiyona dönüp dinlenmeye çalıştım.

1 Temmuz 2017

Sabah çok erken kalktım. Kahvaltımı yapıp eşyalarımı gitmeye hazır hale getirdim. Sonra dışarı çıkıp çok sessiz ve sakin olan cadde ve sokaklarda yürüyerek Rustaveli Bulvarına gittim. Burası ismini ünlü Gürcü Şair Shota Rustaveli’den alıyor ve Özgürlük Meydanı'ndan başlayarak 1,5 km boyunca şehrin bazı resmi kurumlarıyla müzelerinin sıralandığı önemli bir uğrak noktası. Biraz yürür yürümez hemen Parlamento Binasını gördüm. Yolun sonuna kadar yürüdüğümde Gürcistan Ulusal Müzesini, Tiflis Opera ve Bale Salonunu, Rustaveli Devlet Tiyatrosunu, Kashveti Kilisesini, Gürcistan Bilimler Akademisini ve Sovyet İşgali Müzesini dışarıdan görmüş oldum.


Sovyet mimarisine uygun olarak yapılan eski Parlamento Binasının önünden rahatça yürüyüp geçiyorsunuz. Bu bina ve önündeki meydan tarihte birçok önemli ana tanıklık etmiş. 1989 yılında ölenlerin anısına binanın ön kısmına bir de anıt dikilmiş.



Yol boyunca kaldırıma yerleştirilen küçük ve sevimli heykelleri görmek de mümkün.


Ulusal Galeri binasını dışarıdan görmüş oldum.


Rustaveli Bulvarından bir görüntü.


Bu güzel binanın ne olduğunu çözemedim. Muhtemelen Güzel Sanatlar Akademisi olabilir.


Rustaveli Tiyatrosunun yolun karşısından görünümü.


Bu şık bina da Gürcistan Bilimler Akademisi oluyor.


Paliashvili Opera ve Bale Tiyatrosu da yıllar önce yanmış ve aslına uygun olarak restore edilmiş.


Hızlıca pansiyona dönerken Kuru Köprü Pazarı (Dry Bridge) olarak bilinen antika pazarına da uğramak istedim. Nehir kenarında ve sadece güzel havalarda kurulan bu pazarda birçok sanatçı kendi yaptığı tabloları sattığı gibi antika değerindeki eşyalar ve diğer hediyelik eşyalar da satılıyormuş. Benim gördüklerim antikadan çok döküntü eşyalardı.



Burada da çok fazla oyalanmadan hemen pansiyona döndüm. Eşyalarımı alıp odayı teslim için baba ya da kızını aradım ama maalesef ikisi de yoktu. Anahtarı kapı üstünde bırakıp pansiyondan çıktım ve sokağın başında pansiyon sahibinin kızıyla karşılaştım. Çok samimi bir dille vedalaştık ve ayrıldık. Öğrendiğim şekilde minibüse binerek Ortachala Terminaline gittim. İner inmez taksi şoförleri nereye gideceğimi sordular ve benim Kırmızı Köprü (Tsiteli Khidi) sınır kapısına kadar gitmek istediğimi öğrenince götürmeyi teklif ettiler. Başlangıçta bu seyahat için 50 Lari istediler ama ben okuduklarımdan daha düşük bir rakam olduğunu biliyordum. Bu yüzden sıkı bir pazarlık yaparak en sonunda 30 Lari ödemeyi kabul ettim. Sınıra doğru giderken 3 gündür gezdiğim yerlerden farklı olarak bomboş ve sevimsiz taşlık bölgelerden geçtik. Sanki çöle doğru gidiyormuş gibi hissettim. Bu yolu tırlar, kamyonlar ve otobüsler kullandığından çok işlek oluyormuş.

En sonunda Kırmızı Köprü eski adıyla Krasny Most Köprüsüne ulaştık. Elimde 50 Larilik tek banknot vardı ve şoför bunu bozamadı. Eşyalarımı araçta bırakıp hemen para bozdurmak için bir yer aradım. Büfe gibi bir yer gördüm. Zaten çoğunlukla Türk malı olan bisküvilerden ve bir de buz gibi bir su alarak parayı bozdurdum. Adamı bulmaya çalışırken onun da beni aradığını gördüm. Sınır olduğu için adamın orada beklemesine izin vermemişler. Parasını ödeyip hemen binaya yöneldim. Ortalık cayır cayır yanıyordu. Görevli gümrük polisi pasaportumda giriş tarihimi bulamayınca sordu. Sanırım güneşten iyice bunalmışım ve kafam karışmış ben bu adamın Azerbaycan polisi olduğunu düşünerek Türkçe konuşuyorum. Adam da hiç bozuntuya vermedi ve herhalde Türkçe de biliyordu. Türkiye'den verdikleri mühürlü kağıda bakıp pasaportumu kaşeledi. Buradan çıkıp da biraz ilerideki diğer binayı görünce uyandım. Bu sefer Azerbaycan gümrüğünde sıraya girip kısa sürede işlemimi sonuçlandırdım. Artık Azerbaycan maceram başlıyordu.

Gezdiğim  ülkelerde özel bir mutfak bulunuyorsa bunu mutlaka denemek isterim. Gürcistan da öyle ayrı bir mutfağı olan ve damak tadı da Türk Mutfağına oldukça benzeyen bir ülke.  Şimdi gelelim bu lezzetleri tanıtmaya.

Benim favorim bizim Karadeniz pidesine benzeyen ve çeşit çeşit iç malzeme konularak yapılan Haçapuriler. Gürcistan’a özel olan Sulguni ve Imerulitan peynirleri kullanılarak yapılanlar bence en lezzetlisi. Bunun dışında patateslisi, etlisi, kabaklısı ve hatta fasulyelisi bile var.

   
Bir diğer lezzet ise bizim mantımıza benzeyen ancak büyük bir bohça kıvamında olan Khinkali yani hıngal. Anadolu’nun bazı şehirlerinde bizim küçücük mantılarımız yerine hingel adı verilen ve biraz daha büyük olup içine et, peynir ve patates konularak yapılan yemekler olduğunu biliyorum. Aynı coğrafyada yaşayan halkların yemek kültürlerinin de birbirine benzemesi kaçınılmaz. Khinkali’nin içine de değişik malzemeler konulabiliyor. Rehberimizin anlattığına göre özgün hali kıymalı olanmış ancak gelen turistlerin talebi doğrultusunda mantar, peynir gibi diğer iç malzemeler de konulmaya başlanmış. Öyle çatalla bıçakla yenmiyor özel bir yeme şekli var. Hamuru sap kısmından elle tutarak tepesinden önce küçük bir ısırık alınıyor ve açılan bu küçük delikten hamurun içindeki su içiliyor. Sonra da sapı dışında kalan mantı bir güzel yeniyor. Sap kısmındaki hamur çok kalın olduğundan iyi pişmiyormuş ve bu yüzden yenmezmiş.

Bu fotoğrafta gözüken yemeğin ne olduğunu bilmiyorum ancak çok lezzetli bir hamur işi olduğunu söyleyebilirim.


Harço çorbası et ve pirinçle yapılan Gürcistan Mutfağına ait geleneksel bir çorba. Tavuk yemekleri de sanırım organik olduklarından çok lezzetli.

Mtsvadi ya da diğer adıyla Şaşlık ise bir kebap çeşidi. Kuzu şiş olarak da bilinen bu kebap, kuzu, dana veya domuz eti kullanılarak yapılıyor. Turdayken gittiğimiz restoranda sadece domuzla yapılanı olduğundan ben maalesef yiyemedim. Ancak Rus turistin istediği şaşlığın yanında getirdikleri  mayhoş bir tadı olan barbekü sosu “tkemali” sosunun tadına baktım. Bu Gürcülerin sosları bir harika. Nedense Türk mutfağında bu tarz soslar çok fazla kullanılmıyor.

Cevizli patlıcan,  patlıcanların uzunlamasına dilimler halinde kesilip kızartılması ve arasına Satsivi denilen cevizli tarator sosu sürülerek katlanması ile yapılan bir yiyecek. Tur yemeğinde bunu tatma imkanı buldum ve patlıcanlar çok kıvamında kızartıldığı için cevizle birlikte çok lezzetli geldi.
      
Gürcistan Gazozları da çok meşhur.  Tarhunlu ve armutlu olarak 2 çeşit satılan gazozlarını denemeden dönmeyin.

Bir diğer içecek ise Cha Cha adı verilen bir nevi Brandy kategorisinde bir içecek. Daha çok ev yapımı olanlar revaçta. Alkol oranı oldukça yüksek olduğundan küçük bardaklarda servis ediliyor ve fondip yapılması öneriliyor. İçmeden önce ve içtikten sonra da mutlaka bir şeyler yemeyi ihmal etmeyin.


Gürcistan şaraplarını zaten herkes biliyordur. Üzümleri oldukça kaliteli olduğundan şaraplarına da aynı kalite yansımış diyelim. Zaten Dünyadaki şarap üretiminin ilk yapıldığı yerlerden birisiymiş burası. Marka olarak da halk şarabı olarak bilinen “Saperavi” öneriliyor.

Tiflis şehri zenginliğin ve fakirliğin kolkola girdiği, yeniyle eskinin tezat bir şekilde yanyana durduğu, çok fazla din vurgusunun olduğu, insanların yine de gülmeyi, eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi unutmadıkları bir şehir olarak zihnimde yer etti. Sevdim mi sevdim, bir daha gider miyim sanmıyorum.

0 yorum:

Yorum Gönder