7 Şubat 2018 Çarşamba

On 23:14:00 by Gülten İşcimen in    No comments
Hırvatistan'ın başkenti ve 1 milyondan fazla nüfusu ile en büyük şehri olan Zagreb, ülkenin kuzeydoğusunda yeralıyor. Denizden uzakta iç tarafta olduğundan sahildeki diğer şehirlere göre biraz sönük kalıyor. Medvednica Dağı'nın eteklerinde bulunan Şehir dört mevsimi de yaşıyor ve yeşili dışında iklimiyle biraz Ankara'ya benziyor sanırım.

Bu bölgede yerleşim ilk defa 1. yüzyılda başlamış ve Zagreb ismi de 1094 yılında anılmaya başlanmış. 1242 yılında Cengiz Han tarafından şehir işgal edilse de kısa sürede toparlanarak gelişmesini sürdürmüş. Şehrin asıl kuruluşu 1851 yılında Kaptol ve Gratec şehirlerinin birleşmesiyle olmuş ama bunlar hiç barış içinde yaşayamamışlar. 1. Dünya Savaşı'nda şehir oldukça hasar almış. Yıkılan veya hasar gören binalar restore edilerek şehir planlı ve çok güzel bir şekilde tekrar inşa edilmiş. Şehir'de Osmanlı İmparatorluğu, Nazi Almanya'sı ve Komünist Yugoslavya'nın etkilerini görmek mümkün. 




Dünyada nereye giderseniz gidin mutlaka öğrenecek yeni bir şey bulup büyüleniyorsunuz. İşte Hırvatistan'ın başkenti Zagreb de böyle bir şehir oldu benim için.

Kravat ve dolmakalemi ilk bulan ve kullananların Hırvatlar olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ve öğrenince özellikle kravat için çok şaşırdım. Kılık kıyafet işlerinde hep Fransızların öncü olduğunu düşünmüşümdür. İlk defa Hırvat askerleri 17. yüzyılda Otuz Yıl Savaşları sırasında kravatı Fransa'ya getirmiş ve onlar da böylece kravat kullanmaya başlamış. 

Mürekkep doldurulan veya tüyü değiştirilen ilk kalem ise 20. yüzyılda Zagreb'de Slavodjub Penkala tarafından icat edilmiş. Yani bizim bildiğimiz dolmakalem oluyor bu. 

Şehirle ilgili bu kısa bilgiden sonra isterseniz artık Zagreb şehrinin noel ışıklandırmalarıyla adeta bir masal şehrini andıran büyülü dünyasına adım atalım! 

Yurtdışına birlikte seyahat ettiğim arkadaş grubum Aralık ayında bir gezi yapsak diye bir fikir ortaya atınca araştırmaya başladım. Kardeşim Zagreb'in çok güzel bir şehir olduğundan bahsetmiş ve mutlaka gitmemi önermişti. Aslında bu bölgeye gitmek için ilkbahar mevsimini düşünmüştüm ve uçak bileti aradığımda bu mevsimde çok pahalı olduğunu görünce vazgeçmiştim. Aralık ayı için uçak biletine baktığımda 7 Aralık Zagreb gidiş ve 15 Aralık Lubliyana'dan dönüş uçak biletini çok uygun bulduğum 420 Liraya almıştım bile! Bu tarihleri arkadaşlarıma ileterek onların da biletlerini almalarını bekledim. Ancak ısrarla bana bilet bul diyenler önce iyiymiş deyip sonra bilet almadan kenara çekildi. Her neyse ben zaten her halukarda gitmeye kararlıydım ve tek başına seyahat etmenin birçok avantajı da oluyor. Onlardan ses çıkmayınca hemen booking.com sitesinden hostel araştırmaya başladım. İsveç'de ülkenin genel olarak pahalı olması nedeniyle mecburiyetten kalarak öğrendiğim ve hoşnut kaldığım hostel uygulaması benim gibi yalnız gezginler için son derece yararlı oluyor. 

Yaptığım araştırmada bu şehirlerin her ikisine de bu ayda noel pazarları turları düzenlendiğini gördüm. Yani bilmeden gitmek için iyi bir dönem seçmişim. Gezilecek yerlerle ilgili okuma yaparak seyahatime hazırlanmaya başladım. Benim için bir seyahatin üç aşaması da çok heyecanlı geçiyor. Seyahat öncesi araştırma ve okuma aşaması, bizzat seyahatin gerçekleştiği aşama ve sonrasında seyahatle ilgili izlenimlerimi paylaştığım blog aşaması hepsi bana gerçekten mutluluk ve heyecan yaşatıyor.

9 Aralık 2017

Uçak biletini alırken çok fazla koşturma yaşamamak için gün içi daha uygun olan saatleri tercih etmiştim. Zaten 2 şehir gezeceğim için yol hariç 6 tam günün yeterli olacağını hesaplamıştım. Zagreb uçuşum Cumartesi günü akşam 7'deydi ve bu nedenle Ankara'dan 11 uçağına binerek öğle saatlerinde İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanına ulaştım. Vaktim olduğundan ilk kez karşıya geçecek bir belediye otobüsü olup olmadığına baktım. Üzerinde 4 Levent yazan bir otobüse 7,80 Lira İstanbul Kartımla ödeyerek bindim. Otobüs çok fazla bir durakta durmadan gidince yarım saat gibi bir sürede karşıya ulaştık. Metro durağına yakın bir noktada indim ve sağa sola bakınarak yemek yiyecek bir yer aradım. Küçük bir kafede oturup yemeğimi yedikten sonra metroya binip aktarma noktası olan Yenikapı'da indim. Havalimanı için daha çok erken olduğundan burada biraz gezinmek istedim. Ortalıkta biz Ankaralıların görmediği kadar Rus kadın ve zenci insanlar dolanıyordu. Kendimi yurtdışına çıkmadan adeta bir başka ülkede geziyormuş gibi hissettim. Biraz da sanki tekinsiz bir ortam var gibiydi ve kendimi güvende görmedim. Bir kafede oturup Türk kahvesi içtim ve hemen metro durağına giderek erken de olsa Havalimanına gitmek istedim. 

Uzun süre bekledikten sonra güvenlik kontrollerinden geçerek içeri geçtim. THY ile uçacaktım ve uçuş saatine yakın bir zamanda önce uçağa gidiş için insanları almaya başladılar. Sonra uçağın mürettebatının gelmediği anlaşıldı ve herkesin uçuş kartları iade edilerek yolcular bekletilmeye başlandı. Çok uzun süre beklemek zorunda kaldık ne yazık ki! Açıklama olarak da lodos gösterildi ve uçağa bindikten sonra da uçuş kuyruğuna girerek bu bekleyiş devam etti. Ben de erkenden gideceğimi hesap ederek sevinmiştim. Saatler geri alınmadığından Türkiye'den uçtuğunuz saatte orada oluyordunuz. Yani 7'de uçsaydık Zagreb'de de 7'de olacaktım. Sonuç olarak saat 9 civarında ancak Zagreb'de olabildik. Pasaport kontrolünü rutin sorularla karşılaşarak atlattıktan sonra ilk işim bir döviz bürosu bulmak oldu. Zaten çok küçük bir havalimanı ve bir tane büro var. Sadece 20 Dolar bozdurdum ve buradaki kurların düşük olduğunu sonraki günlerde tespit ettim. Dışarı çıktığımda buz gibi bir hava ve karlı bir meydan beni bekliyordu. Aslında ulaşımla ilgili okuduklarıma göre yakındaki bir caddeden merkeze giden bir belediye otobüsü varmış. Yol kenarındaki bir gence bu otobüsü sordum ve o da şansıma Zagreb'i bilmediğini, merkeze gitmek için üzerinde Crotia Airlines yazan otobüslere binebileceğimi söyledi. Onları zaten biliyordum ve uzakta gözüken bu otobüse doğru yürüdüm. Otobüsün yanında 2 kadın bekliyordu ve ben de onların yanında beklemeye başladım. Biraz sonra şoför soğukta beklememize dayanamadı ve eşyalarımızı bagaja koyup bizi otobüse aldı. Yolculuk için 30 Kuna ödedim ve hemen şoförün arkasındaki koltuğa oturdum. Bu otobüsler gün içinde yarım saatte bir kalkıyormuş. Vakti gelince hareket etti ve yaklaşık 1 saat karlı yollarda gittik.

En sonunda Otogar'a geldik ancak beni yanıltan yolda 6 no'lu tramvayı görmüş olmamdı. Otogar'da inince kimseye sormadan yaklaşık 15 dakika tramvayı gördüğüm durağa doğru yürüdüm. Halbuki Otogar'ın hemen ön tarafında bir durak varmış ve boşuna o kadar yolu yürümüşüm. Üstelik bir de Ban Jelacic meydanı istikametine değil ters yöne binmişim. Biletim de yoktu almak için şoföre baktım ama oralı olmadı. Ben de geçip oturdum ve bir süre sonra sohbet eden 2 kıza Ban Jelacic Meydanını sordum. Kızlar ters yöne bindiğimi ve inip numarasını hatırlamadığım başka bir tramvaya binmemi söylediler. Ancak beni erken indirmişler ve inince bir başka kadına sordum. Biraz ileri yürümemi ve sonra kızların söyledikleri tramvaya binmemi söyledi. 2 tramvay değiştirdikten sonra en nihayet Ban Jelacic Meydanına ulaştım. 

Cumartesi akşamıydı ve deyim yerindeyse insan seli halinde adım atacak yer yoktu. Meydanı buldum ama bu sefer kalacağım hosteli bulamıyordum. Önce elimdeki adres tarifine göre bir caddeye girdim ve neredeyse sonuna kadar gittim. Bulamayınca meydana geri döndüm ve bulduğum bir polise sordum. Polis bile zil zurna sarhoştu ve adresi anlayamadı. Bu sefer adrese daha dikkatle bakıp Meydana gelen ana caddede yürüdüm.Elimde bavulum olmasa hiç dert değildi ve böylece çevreyi gezmiş oluyordum. O kadar çok yürüdüm ve aradım ki artık pes ettim. Bir restoranın önünde bekleyen taksilere yaklaştım ve adresi gösterdim. Adam önce anlamadı ve arkadaşına gösterdi. Onun kendi diliyle anlatması üzerine beni arabaya bindirip kısa bir mesafede olan ve önünden defalarca geçtiğim sokağa götürdü. Maalesef adreste Tomiceva olarak gözüken sokak ismi tabelada tam yazılmamış ve sadece ilk kısmı olan Tomi yazılı olduğundan ben anlayamamışım. Taksi şoförü bu kadar kısa mesafe için benden bir de 50 Kuna almaz mı! 

Hostel'in yeri inanılmaz merkezi bir yerdeydi. Kaleye çıkan fünikülerin bulunduğu sokaktan giriliyordu. İki adım atsanız kendinizi meydanda buluyordunuz, işte öyle merkezi bir yerdeydi. Hostelin kapısından içeri girdiğimde vur patlasın çal oynasın eğlence tam gaz devam ediyordu. O ne dans o ne içmektir öyle! Gürültüden resepsiyonistin ne dediğini anlamadım bile. Sadece 12 de barın kapandığını ve birşey istersem yardımcı olacağını söylediğini ayırtettim. 2. katta olan odama çıktım ve kapıyı kartla açtım. İçerde uyuyanlar vardı ve bunu önce bilemediğim için lambayı açtım. Sonra pardon diyerek kapıyı araladım ve sızan ışığın yardımıyla bulduğum yatağıma yerleştim. Yatağın altında bir dolap vardı ve bavulumu oraya koydum. Hemen hazırlanıp uyumak niyetiyle yattım. Ancak uyumak ne mümkün müzik sesinden yer yerinden oynuyor, gençler bağıra çağıra odalarına girip çıkıyorlardı. Sabaha karşı odada kalan bir kız daha geldi. Bütün bunların üstüne oda resmen fırın gibiydi. Sıcaktan ne yapacağımı şaşırdım. 

10 Aralık 2017

Gürültü ve fırın sıcaklığının etkisiyle neredeyse hiç uyumadan sabahı yaptım. Odada kalan üç kız sanırım arkadaştılar ve sabah kalkıp hazırlanmaya başladılar. Ben de (iyi ki yanımda götürmüşüm) su ısıtıcısıyla çay hazırlayıp kahvaltımı yaptım ve uyumasam da şehri keşfetmek için zinde bir şekilde yollara düştüm. 

Önce çok yakın olan Ban Jelacic Meydanına gitmeye karar verdim. Meydana doğru yürürken akşama göre daha sakin olan, tüm ihtişam ve güzelliğini sabahın bu erken saatinde daha iyi bir şekilde ortaya koyan Zagreb'in en önemli caddesi Ilica Caddesini de görme imkanım oldu.


Bu cadde Zagreb’te ev fiyatlarının ve kiraların en yüksek olduğu bir caddeymiş. Gerçi sonraki günlerde bu caddeyi boydan boya yürümeye kalktım ve Meydandan uzaklaştıkça daha sıradan binalar, mağazalar ve kafelerin bulunduğunu gördüm. Kiraların ve ev fiyatlarının yüksek olduğu bölge sanırım Meydana yakın olan yerler olsa gerek. Caddenin uzunluğu yaklaşık 5.5 km imiş ve bu uzunlukla Zagreb’in en uzun üçüncü caddesiymiş. Ilica Caddesinde birçok mağazanın yanı sıra kafeler, restoranlar ve işyerleri bulunuyor. Zagreb'e gelenlerin bu caddeyi es geçmeleri zaten mümkün değil. Ancak noel ışıkları ve süsleriyle daha güzel ve büyülü hale gelmiş bu caddeye tam da bu mevsimde gelmenizi tavsiye ederim.

Ben de kah geriye dönerek ve kah ileriye bakarak poz poz fotoğraflarını çektim. Hava Aralık ayı olmasına karşın çok güzeldi ve şansıma yağmur da yağmıyordu. 


Trg Bana Josipa Jelacica Meydanına (Ban Josip Jelacic Square) geldiğimde sabah olmasına karşın yine de epeyce insan ortalarda dolanıyordu. Zaten bu bölge neredeyse tüm tramvayların gelip geçtiği ana tramvay durağıymış. Zagreb’in merkez meydanı olan Ban Jelacic Meydanı çok büyük bir alana yayılmış gözüküyor. Bir tarafında büyük bir gösteri platformu kurulmuş ve burada noel nedeniyle çeşitli etkinlikler yapılıyordu. Sanırım diğer zamanlarda da bu platform etkinlikler için sabit duruyor olabilir. Benim meydana ulaştığımda küçük çocuklar noel şarkıları söylüyorlardı. Hepsi o kadar sevimliydi ki bir süre durup onları izlemek istedim.


Bu platformun arkasında ve Meydanın diğer tarafında noel pazarları kurulmuştu. Pazarda hem hediyelik ürün satışları yapılıyordu hem de ayaküstü yeme ve içme standları kurulmuştu.


Bu meydanın tarihi 17.yüzyıla kadar gidiyormuş ve ilk adı Harmica olarak kaynaklarda yer almış. Meydan, eski kent merkezi Gradec ve Kaptol’un ve Dolac Pazarının güneyinde yer alıyor. Meydanın etrafını süsleyen binalar da tarihi 17 ve 18. yüzyıla kadar uzanan ve oldukça hoş gözüken yapılardı.


Bu bölge günün her saati gerçekten hareketli bir bölge. Meydana yakın bir noktada Turist Information bürosu bulunuyor ve isteyenlere bilgi ve harita veriyorlar. Ben haritamı havalimanından aldığım için bu büroya gitme gereği duymadım. Meydan her kesimden insanın buluşma noktası görevini de görüyor.


Ban Jelacic Meydanının ortasında ise yine Zagreb'in en önemli görülesi eserlerinden olan Ban Josip Jelacic Heykeli (Ban Josip Jelacic Monument) bulunuyor. Bu heykel Avusturyalı heykeltraş Anton Dominik Fernkorn tarafından yapılmış ve 19 Ekim 1866 yılında açılmış. Bu heykel, at üzerinde oldukça heybetli bir şekilde yükselen Asker Josip Jelacic'e aitmiş. Ülke Hapsburg hanedanlığının yönetimi altındayken ülke yönetiminin başında olan Ban Josip Jelacic kağıt üzerinde bu hanedanlık için çalışıyor gözükerek aslında gizli gizli Hırvatistan'ın bağımsızlığını destekliyormuş. Bu yüzden de ülkede yaygın olarak bir ulusal kahraman olarak kabul ediliyor. İşte bu nedenle başkent Zagreb'in en büyük meydanında onun muhteşem atlı bir heykeli dikilmiş. 


Bu heykel yıllarca bir anlaşmazlığın konusu olmuş ve sürekli yer değiştirmiş. Orijinal olarak heykel kuzeye bakıyormuş. Böylece kılıcıyla Macaristan'ı işaret ettiği ve onun 1848 yılında Macaristan'ı ele geçirmesinin anısına heykelin sembolik olarak dikildiği iddia edilmekte. 1947'de komünist rejim bu heykelin Hırvatistan milliyetçiliğinin sembolü olduğunu iddia ederek yerinden kaldırmış. 1990 yılında Yugoslavya dağıldıktan sonradır ki heykel meydana dönmüş ama bu sefer yönü güneye bakıyormuş. 


Heykelin de fotoğraflarını çektikten sonra meydanın diğer tarafına doğru yürüdüm. Meydanda platformun karşı tarafına düşen doğu tarafında bir de çeşme bulunuyor. Çeşmenin adı Mandusevac Çeşmesi imiş ve noel nedeniyle çeşmeyi de çok güzel süslemişler. Aileler özellikle çocuklarını çeşmenin önüne indirip fotoğraflarını çekiyorlardı. 


Eskiden bu çeşmede şehrin kuruluşuyla bağlantılı bir efsanesi de olan doğal bir su kaynağı varmış. 19. yüzyılda bu meydana kaldırım döşenirken su kaynağı da yer altına gömülmüş. 1986 yılında su kaynağının halen bulunduğu ve kurumamış olduğu keşfedilince bu yere bir çeşme inşa edilmiş. 

Mandusevac Çeşmesine bozuk para attığınızda dileklerinizin gerçekleşeceğine ilişkin yaygın bir inanış var. Diğer taraftan bir diğer inanışa göre de çeşmenin suyunu içerseniz hayatınızın kalanında Zagreb'i hiç unutmayıp hep bahsetmenize ve tekrar gelmenize yol açarmış. 


Buna benzer çeşmeler Dünyada pekçok yerde bulunuyor. En meşhuru ise bizim de gittiğimiz Roma'daki Aşk Çeşmesi tabi ki! 

Çeşmenin yanındaki yeme içme standları çok güzel süslenmiş. Yapay karla kaplı ağaçlar ve kapıların önünde fotoğraf çektirmek için herkes yarış halindeydi.


Süslü kapıdan çıktıktan sonra biraz yokuş tırmandım ve işte orada Zagreb'in en önemli sembollerinden olan Zagreb Katedralini (Zagrebačka Katedrala) gördüm. 


Kaptol bölgesindeki bu Roma Katolik Katedrali Hırvatistan'ın sadece en uzun yapısı ünvanını taşımıyormuş aynı zamanda Avrupa'nın bu bölgesindeki tarihi en eski Gotik kiliselerden de birisiymiş. 

Kilisenin geçmişi oldukça çalkantılı olmuş. 1093 yılında Kral Ladislaus piskoposun yerini değiştirerek buraya taşımış ve mevcut kilisenin katedral olmasını istemiş. 1242 yılında mevcut yapı Moğol saldırıları sonucunda yıkılmış ve birkaç yıl sonra yeniden yapılmış. Bu yapı 15. yüzyıla kadar o haliyle kullanılmış ve Osmanlıların bölgeye saldırısı nedeniyle bu yüzyılda etrafına savunma kalesi inşa edilmiş. Bu kalenin bazı duvarları halen görülebiliyor. 


Ancak esas yıkım 1880 yılındaki deprem nedeniyle olmuş. Katedralin büyük kısmı bu deprem sonrasında büyük ölçüde tahrip olmuş. Hatta Katedral'in sağında kalan kale duvarındaki saat deprem sırasında durmuş ve bir daha da çalıştırılmamış. Katedralin restorasyonu o zamanın meşhur mimarı Hermann Bolle tarafından Neo-Gotik tarzda yapılmış. Bu restorasyon sırasında yapıya daha önce mevcut olan kule yerine batı tarafına 108 metre yüksekliği olan 2 kule eklenmiş. Ancak restorasyonda kullanılan taşlar o kadar kalitesizmiş ki Katedralin tekrar restore edilmesi için 30 yıl önce çalışmalara başlanmış. Gördüğüm kadarıyla bu çalışma halen devam ediyor. Kulelerden birisi halen restorasyon halkası içindeydi.


Bu Katedral Hırvatistan'ın en önemli kültürel mirası kabul edildiğinden anıtsal yapı olarak koruma altına alınmış. Katedralin Fransa’daki St. Urban Kilisesi‘nden ilham alınarak dizayn edilmiş olduğu rivayet ediliyor. Katedral 10.00-17.00 saatleri arasında ücretsiz gezilebiliyor. Ben de saat uygun olduğundan gezmek için kapısına doğru yöneldim. İçeri girdiğimde bir ayinin devam ettiğini gördüm. İçerisi o kadar kalabalıktı ki oturanların dışında birçok insan da ayakta dinlemeyi sürdürüyordu. Çevreyi inceleyemeyince daha sonra gelirim diyerek dışarı çıktım. Daha sonra 2 kez daha içeri girmeme karşın fotoğraf çekmeye cesaret edemedim. Ortam çok sessizdi ve dua edenler olduğundan rahatsız etmek istemedim.

Yine de giderseniz içeride nelerle karşılaşacağınıza dair ipuçları vereyim. İç dizaynı ve süslemeleri diğer katedrallerden çok da farklı değil. Katedralde görülmesi gereken en önemli eser 9. yüzyıldan kalma bilinen en eski Slav alfabesi olan Glagolythic alfabesi imiş. Orijini konusunda çok fazla teori bulunmakla birlikte en yaygın kabul edileni bu alfabeyi Hristiyanlığı bu bölgede yaymak için Cyril ve Methodius kardeşlerin oluşturdukları olmuş. Bu alfabenin kullanımı 16. yüzyıldan itibaren azalmış ve 19. yüzyılda tamamen son bulmuş.

Altarın arkasında bir aziz kabul edilen kardinal Aloysius Stepinac'ın mezar taşı var. İnsanlar buraya gelip dua ederek kabulü için küçük notlar bırakıyorlarmış. Ben de Katedrale 3. kez girişimde altara yakın bir yere oturmuştum ve mezarın etrafında ibadet edenleri izlemeye başladım. Bu sırada çok ilginç bir olayla karşılaştım. Yaşlı bir adam pantolonunun paçalarını dizini çıplak bırakacak şekilde katlamıştı ve dizlerinin üzerinde elindeki kitabı okuyarak sürünüyordu. Böyle ibadeti hiç görmemiştim ve adam mezar etrafında tam bir tur yapana kadar onu izledim. Bravo adama, yaşına rağmen pes etmeden sürünmeyi tamamladı ve kalkıp pantolonunu düzeltti. Mezarı öpenler ve ağlayanlar bu ibadetin yanında çok basit kaldı!

Bu mezarın dışında Katedralde son 3 kardinalin mezarı da bulunuyor. Katedralin dışına çıkıp bu sefer meydandaki sütunu ve çeşmeyi incelemeye başladım. Heykeller 1865 yılında Anton Dominik Fernkorn, Çeşme ise 1873 yılında Herman Bollé tarafından yapılmış.


Kutsal Bakire Meryem ve Dört Melek Sütunu olarak adlandırılan bu sütunun tepesinde altın renkli dört meleğin çevrelediği Meryem Ana Heykeli bulunuyor. Bu 4 melek ise Hristiyanlıktaki inanç, umut, saflık ve tevazuyu sembolize ediyormuş. 


Sütun ve çeşmeyi de gördükten sonra geldiğim yola dönüp sağa doğru yürümeye başladım. Böylece bir diğer önemli nokta olan Dolac Pazarını da bulmuş oldum. Pazar oldukça kalabalıktı ve çoğunlukla sebze-meyve türü taze ürünler satılıyordu. Arka tarafa düşen birkaç tezgahta ise hediyelik eşyalar, el yapımı işlemeler vardı. Şehre yakın köy ve kasabalardan çiftçiler, yetiştirdikleri doğal ürünleri her gün bu pazar yerinde satışa sunuyorlarmış. Pazar yerinde sebze, meyve, et, balık ve çiçek gibi farklı sınıflandırmalar yapıldığı için istediğiniz ürünü kolay bir şekilde bulabiliyorsunuz. Satış yerlerinin üstü büyük şemsiyelerle kapatıldığında yağışlı havalarda da alışveriş yapmak mümkün oluyor. Çevresinde yorulduğunuzda oturabileceğiniz birçok kafe ve restoran da bulunuyor. 


Burası günümüze hitap ettiği gibi oldukça tarihi bir pazar yeri. 1918 yılından sonra bölgenin ticari ve sosyal yönü geliştiğinden böyle bir pazar kurulması ihtiyacı doğmuş. Dolac Market, hafta içi sabah 7 öğleden sonra 3, Cumartesi günleri sabah 7, öğleden sonra 2 ve Pazar günleri sabah 7 öğleden sonra 1 saatleri arasında açıkmış. Pazarı gezip her şehirden aldığım klasik magnet alışverişimi yaptım. Sanırım 15 Kuna yani yaklaşık 9 Lira ödedim. Merdivenlerin başında pazar yerini sembolize eden tatlı bir heykel bulunuyordu. 


Merdivenlerden inince bir de çiçek pazarından geçtim ama o ne geçiş! Çok güzel çiçek düzenlemeleri yapmışlardı ve fiyatları da son derece uygundu. Hatta taşımayı göze alabilsem bir buket yılbaşı çiçeği almayı bile düşündüm.


Merkeze yakın yerde bulunan ve Zagreb’in en renkli sokaklarından birisi olan Opatovina Sokağı da gezi güzergahımdaydı. Her iki tarafında kafelerin sıralandığı bu sevimli sokak özellikle akşamları çok kalabalık oluyormuş. Yemek fiyatları da kapı önüne koydukları menülere göre oldukça uygun sayılır. Bu sokağı kesen bir diğer sevimli sokak ise Skalinska Sokağı. Burada da yine kalabalık kafeleri görmek mümkün. 

Zagreb'de kaldığım yerin merkeze çok yakın olmasının avantajını doyasıya yaşadım. Gezi aralarında defalarca hem dinlenip çay içmeye hem de ihtiyaç gidermeye uğradım. Yine böyle bir dinlenmeden sonra hostelin hemen yanıbaşında olan funikülere binmek istedim. Vakit kaybetmemek için uzamış bir kuyruğu beklemeyi göze alamayınca yanındaki merdivenleri tırmanmaya başladım. Sonunda tepeye ulaşınca harika bir Zagreb manzarası beni bekliyordu. 


Bir süre dolandıktan sonra karşıma Kırık Kalpler Müzesi çıktı. Zamanımı etkin kullanmak açısından müzeye hemen girmek istedim. 


Olinka Vistica ve Drazen Grubisic adlı iki yerel sanatçının bir arkadaşlarının 4 yıllık bir ilişkisinden ayrılması sonrası yaşadığı aşk acısına ithafen bir sanat projesi olarak başlattığı Zagreb Kırık Kalpler Müzesi (Museum of Broken Relationships), 2010 yılından beri Cirilometodska ul Caddesindeki binada faaliyet gösteriyormuş. Bu Müze, Dünyanın her yerinden insanların önceki ilişkilerinden veya yarım kalmış aşklarından ellerinde kalan eşyaları bağışlamaları ile oluşturulmuş. Ayrıca aile sorunu yaşayan kişilerin de bağışta bulunması mümkünmüş. Genellikle aniden son bulan bu ilişkiler komik, üzücü veya sadece tuhaf olabiliyormuş. Bu koleksiyon, Almanya, Makedonya, Sırbistan, İngiltere ve ABD gibi bazı ülkelerde de sergilenmiş. Müzeye çok fazla ilgi olunca 2017 yılında bu müzeye benzer bir müze Los Angeles şehrinde kurulmuş. Bu Müze özgür düşünce anlayışını ortaya koyması açısından Kenneth Hudson Ödülüne layık görülmüş. 


Aslında çok büyük bir Müze değil ve çabucak gezebiliyorsunuz. Ancak bağış eşyalarının yanında buna ilişkin hikayeler de bulunuyor ve bunları okumak zaman alıyor. Başlangıçta hepsini okumaya çalıştım ama sonra çoğu hikayenin hiç ilgimi çekmediğini anlayınca okumaktan vazgeçtim. Öyle büyütülecek bir durum yok ve üzücü olan çok az sayıda hikaye var. Çoğu çocukça veya saçma denecek hikayeler. Ancak yine de bu Müzeyi özgünlüğünden dolayı gezmek gerekiyor. 



Müze gezisini tamamladıktan sonra hemen ileride gözüken St. Mark's Kilisesine yöneldim. Bu kilise de Zagreb'in bir diğer simge yapısı. Trg Sv. Marka caddesinde bulunan ve 13. yüzyılda yapılmış renkli St. Mark’s Kilisesi (St. Mark’s Church), Zagreb’in en eski yapılarından birisi. 


İlk olarak Romaneks üslubunda inşa edilmiş ve bundan sadece güney duvarındaki bir pencere ile çan kulesi yeni yapıda kullanılabilmiş. Daha sonra 14. yüzyılda yapıya Gotik öğeler de eklenmiş ve böylece güney kapısıyla en değerli halini kazanmış. Bu kapı üzerindeki figürler Orta Çağ'ın en meşhur heykeltraşlarından Parler tarafından yapılmış. Kuzey-batı duvarında ise Zagreb'ın bilinen en eski şehir amblemi seramik olarak yapılmış. Bunun yanı sıra Hırvatistan, Slovenya ve Dalmaçya bayrakları ile üçlü krallık sembolize edilmiş. Tarihteki bir çok doğal afet nedeniyle kilise hasar görmüş. Bu nedenle 14. yüzyılda yapılan kiliseden fazla bir şey kalmamış. 


İç kısmında ise 2 çalışma dikkati çekiyor. İlki Hırvatistan'ın meşhur heykeltraşı Ivan Mestrovic, freskolar ise sanatçı Jozo Kljakovic tarafından yapılan eserler. St. Mark’s Kilisesinin ilginç bir yanı da bu bölgenin papaz yönetiminde olmasıymış. Kilise genelde kapalı oluyormuş ve noel zamanında açılıyormuş. Geldiğim dönem açısından şanslıydım ve içeriyi gezebildim. Kiliselerin içleri hep birbirine benzediğinden artık fotoğraf çekmeme kararı almıştım ama dayanamayıp birkaç kare çektim. 


Kilisenin içini de gezdikten sonra dışarı çıkıp çevrede gezmeye başladım. Bu bölgeye Gornji Grad (Yukarı Şehir/Medvescak) ismi verilmiş. Burası, Zagreb’in Orta Çağ eserlerinin daha yoğun bulunduğu bir bölge. 17 ve 18. yüzyıl mimarisinin en güzel eserlerini barındıran Yukarı Şehir'de, başta gezmiş olduğum Zagreb Katedrali, St. Mark Kilisesi ve Kırık Kalpler Müzesi olmak üzere tarihi binalar, müzeler, kafeler, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ve Hırvatistan Parlamentosu bulunuyor. Tepe olduğundan çok güzel panoramik manzarası var.


Gördüğünüz gibi yine dilek kilitleri karşıma çıktı. Burası şehrin en hareketli, en turistik, en görülesi bölgelerinden birisi. Hükümet merkezi olan Gradec ile Katolik merkezi Kaptol yerleşimleri bu bölgede olduğundan hem dini hem de idari bir bölge hüviyetini taşıyor. 


Noel nedeniyle etrafı çok güzel süslemişler ve insanlar bunlarla fotoğraf çektirme yarışındaydı.


Bir de ayakkabılarla ilgili bir olay var ancak ne olduğunu ben bulamadım.


Bunlar da nostaljik ve dekorasyon amaçlı sanırım.


Kentin merkezi olan Gornji Grad’da bir de anıtsal mezarlık varmış. Mirogoj adlı bu mezarlığı Zagreb'de bulunduğum sürede aramama karşın bir türlü bulamadım. Meğerse o kadar yakın bir yerde değilmiş. Katedralin yanındaki otobüs durağından 106 no'lu otobüse binmek gerekiyormuş. Ya da Trg Bana Meydanından Mihaljevac yönünde 14 no'lu tramvaya binip 4. durakta iniliyormuş. Neyse artık iş işten geçti. Gidemesem de gidecek olanlara kısaca tanıtayım isterim. 

Tarihi Mirogoj Mezarlığı, Hırvatistan ulusal kurtuluş lideri Ljudevit Gaj'ın mülkiyetindeki alan üzerine 1876 yılında kurulmuş. Projesi, Friedrich von Schmidt'in öğrencisi olan Herman Bolle tarafından yapılmış. Bolle'nin kökeni Fransa'dan gelmekteymiş ve soyu ise Alman mimarlar da bulunan bir aileye dayanmaktaymış. Yaklaşık 50 yıl Hırvatistan'da yaşamış ve başta Katedral olmak üzere çalışmaları Zagreb'de büyük ses getirmiş. 1879 yılında muhteşem kubbeli kemerler, kapılar ve bir kilise yaparak Mezarlık çalışmasına başlamış. Kemerler 1917 yılında bitirilirken ana bölüm 1929 yılında tamamlanmış. Neo-Rönesans tarzında yapılan Mezarlık simetri, denge, açık perspektif, ışık ve gölgenin doğru dağılımı ve modern tasarımlar ile göz dolduruyormuş. 

Katolik, Ortodoks, Müslüman, Yahudi, Protestan gibi pek çok dine ait mezarların bulunduğu Mirogoj, gerek alan kullanımı açısından, gerek bir sanat galerisi olarak, gerekse Hırvatistan tarihinin anlatıldığı bir kitap gibi çok önemli bir yer olarak kabul ediliyor. Bu Mezarlıkta önemli şahsiyetlerin mezarları da bulunmakta. 

Mezarlığı bulamasam da yürüyerek çevreyi bir güzel öğrenmiştim. Bu gezi sırasında Dolac Pazarına yakın bir fırın görmüştüm. Oraya gidip sabah kahvaltıda hazır olması için bir ekmek aldım. Ekmekleri içi dolu dolu, çok lezzetli ve fiyatı da makul. 4 Kuna yani yaklaşık 2,5 Lira ödedim. Gece hiç uyumadığımdan yorgunluk baş gösterdi ve hostele dönüp dinlenmeye çalıştım. Şansıma 3 kız da gitmiş ve sadece yeni biri gelmişti. Ortalık bir gece öncesine göre çok sakin sayılırdı. Uyuyup ertesi güne dinç kalkmam gerekiyordu. 

11 Aralık 2017 

Sabah erken kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra tekrar yollara vurdum kendimi. Yine Caddeden yürüyerek bildik yerleri tekrar gezdim.


Tepeye çıkan ve kaldığım hostele çok yakın olan funiküler pazartesi günleri açık değil.



Katedralin arka tarafına doğru bir süre yürüdüm ve sonra geri döndüm.


Bu sefer farklı yollara girip çıkarken Zagreb'in İstiklal Caddesine benzer sokağı Tkalciceva Caddesini buldum. Çok güzel kafeler ve restoranlar vardı.



Caddeyi boydan boya yürüyerek gezdiğim sırada ilginç bir olaya şahit oldum. Adamın birisi elinde temizleme bezi ve spreyleri ile posta kutularını silip parlatıyordu. Bir de o kadar çok kutu var ki adam akşama kadar silse bitmez. Sanırım noel zamanı olduğu için insanlar yakınlarına ve sevdiklerine kart ve hediye gönderiyorlar diye bu kutuları temiz tutmak istediler. Yılın her günü adamın bu işi yaptığını düşünemiyorum! 


Aksi gibi bu caddeyi gezerken aç değildim ve bu yüzden herhangi bir yere oturmadım. Fiyatları herkesin bütçesine uygun olan yerler vardı. Hatta adı Lokma olan bir Türk kafe de gördüm.


Caddeden geriye dönüp çok güzel bir sokağa ulaştım.


Meydana gideceğim sırada gözüm bir müze tabelasına ilişti. Müzenin adı Museum of Torture yani İşkence Müzesiydi. Aslında yaptığım programda bu müze yoktu ama birden burayı gezmek istedim. Girişi şöyle bir yer.



Karanlık bir ortama girerek 50 kuna olan giriş ücretini ödedim. Bir de audio guide verdiler ama nedense bunu çalıştıramadım. Çok çok ilginç bir müzeydi ve insanın içini ürpertiyordu. Zaten işkence aletlerinin kullanımını gösteren bir videonun sesi de rahatsız edici, korkunç ve ürkütücü bir şekilde ortamda yankılanıyordu. 


İşkence Müzesi antik zamanlardan günümüze kadar işkencede kullanılan benzersiz ve çok çeşitli alet ve edevatların sergilendiği bir müze. Müzede, tarih boyunca 70'in üzerinde alet ve edevatla insanların iliğine kemiğine işleyecek şekilde acı veren işkence yöntemleri sergilenmekte. 

1792'de kullanılan Berger mekanizmasına sahip bir giyotinin tam ölçekli bir replikası görülebiliyor. 


Aşağıya indirildikçe daha fazla ezip geçen ve sallanan bir bıçağa sahip bir sarkaç (Pendulum) bir köşede yer alıyor. 


İşkencenin en eski aletlerinden birisi olan gererek işkence aleti (Rack). Bu ne ya! 


Demir Kız (Iron Maiden) olarak çevrilebilecek alet ise Orta Çağ'da bilinen en zalim işkence aletiymiş. 


Cadı Dizgini (Scold's Bridle) ise dedikodu yapan ya da cadılıkla suçlanan kadınları cezalandırmak için kullanılıyormuş. 

Aşağıdaki bu aletle infaz edilenler kafalarına ateşte kızdırılmış demir başlık takılarak işkenceyle öldürülüyorlarmış.


Boğarak idam için kullanılan Garrotte isimli alet de şu şekilde.


Birkaç tane daha fotoğraf gösterip bu sevimsiz mevzuyu kapatayım.



Bunların dışında mağdurlara işkence etmek, aşağı düşürmek, zarar vermek ve katletmek için bir çok malzeme bulunuyordu. Böyle bir müzeyle insanların bilinmeyene, farklı olana ve diğerleri için duydukları korkudan ortaya çıkan şiddetin tarihini bütün çıplaklığıyla görebiliyorsunuz. Şiddet ve işkence ile ilgili çeşitli zamanlarda söylenmiş özlü sözler de girişte yer alıyordu ve bunlardan en beğendiğimi size de aktarayım istiyorum. 

You can chain me, 
you can torture me, 
you can even destroy 
this body, but you will 
never imprison my mind 

Mahatma Gandhi 

Bunu çevirirsek şöyle deniliyor: 

Beni zincire vurabilirsiniz, 
bana işkence yapabilirsiniz, 
hatta bu bedeni de yok edebilirsiniz 
ama asla benim düşüncelerimi 
tutsak edemezsiniz 

Müzeyi gezerken içim karardı ve insanların ne kadar zalim, vicdansız ve gaddar olabileceklerini örnekleriyle görmüş oldum. Demek ki filmlerde falan bu aletlerin kullanımını izlerken bu kadar gerçekçi bir gözle bakmamışım. Kendimi dışarı zor attım. Buradan şehrin Donji Grad adı verilen bölgesine doğru yürüdüm. 

Aşağıdaki fotoğrafta Müzenin olduğu sokağı görüyorsunuz. Bunu koymamın bir sebebi de Müzenin karşısındaki döviz bürosunun Zagreb'de aldığım en iyi kuru veren dövizci olması. Belki gitmek isteyenlere yardımcı olabilir.


Bu da yol üzerinde hediyelik eşya satan bir dükkan.


Zagrebliler Donji Grad bölgesine kısaca merkez diyorlarmış. Daha çok yenilerde, 19. yüzyılda gelişmeye başlayan Aşağı Şehir (Lower Town - Donji Grad), daha çok hükümet binalarının, ticaret ve iş merkezlerinin bulunduğu bir bölge. Sanat galerileri, parklar, müzeler, tiyatrolar, opera binaları ve alışveriş caddeleri ile şehrin sanat ve kültür merkezi de olduğundan canlılığını her daim koruyan bir bölge burası. Bu bölgeyi bir gün sonra gezeceğim Arkeoloji Müzesinin yerini bulmak amacıyla karış karış gezdim diyebilirim. En sonunda bu güzel sarı binayı bulabildim. 


Lenuci At Nalı veya Zagreb'in Yeşil At Nalı olarak isimlendirilen bir sistem dahilinde bu bölgede tam olarak 8 meydan bulunuyormuş. Yeşil kelimesi tam anlamıyla karşılığını bulmuş çünkü bu meydanların tamamı aynı zamanda parkmış. Lenuci ise ilk Hırvat şehir plancısı Milan Lenuci'nin adıymış ve bu meydanların yanı sıra Ban Jelacic, Dolac, Kaptol meydanları ve Maksimir Parkın bir kısmını da bu zat planlamış.

Arkeoloji Müzesini bulduğum meydan Zrinski Meydanıydı ve buradaki alana büyük bir noel pazarı kurulmuştu. Hatta bir de küçük lunapark vardı. Meydanın etrafındaki binalar çok güzeldi.


Buraya tekrar geleceğim için çok fazla oyalanmadan yolun ilerisine doğru devam ettim. Böylece yürürken ilk olarak Sanat Pavilyonunu gördüm. Bu bina o kadar hoş gözüküyordu ki ilk bakışta Tiyatro Binası olabileceğini düşünmüştüm.


Sanat Pavilyonu Hırvatistan'ın ilk ve en önemli sergi merkeziymiş ve burada her yıl yerel ve uluslararası pek çok sanatçının eserleri sergileniyormuş. Aslında bu Sanat Pavilyonu, Macaristan'ın asırlık sergisi için 1896 yılında Budapeşte'de inşa edilmiş. Bu sergide Hırvatistan'da tanıtımı için kendi pavilyonunu kullanmış. Daha sonra burası yıkılarak sergiler 1898 yılında Zagreb'e taşınmış ve bu bina inşa edilmiş.

Binanın diğer tarafında ise çok büyük bir meydan olan Kral Tomislav Meydanı bulunuyor. Burada bir çok kişinin kaymakta olduğu çok güzel bir paten alanı kurulmuş. Yeni öğrenenlere kolaylık olması için kıvrım kıvrım buzdan yollar yapılmış ki yanlara tutunarak rahatça kayılabilsin.


Hayranlıkla kayanları izleyerek yürümeye devam ettim ve büyük bir heykelin önüne ulaştım. Büyük atlı heykel, ilk Hırvat kralı olan Tomislav'a ait. Heykel 1938 yılında Mihanovic tarafından yapılmış ve ancak 2. Dünya Savaşından sonra 1947 yılında bu meydana yerleştirilmiş.



Tomislav, Macaristan saldırılarından ülkeyi koruyan ve bütün Hırvat topraklarını bir devlet altında birleştiren bir lider olduğundan Hırvatlar için büyük öneme sahipmiş. Ancak tahta geçtikten 3 yıl sonra bilinmeyen gizemli bir şekilde ölmüş. 


Heykelin önündeki caddenin karşısında uzun ve büyük bir yapı dikkat çekiyor. Burası Zagreb'in Merkez Tren İstasyonu olan Glavni Kolodvar adını taşıyor. Zagreb'in başkent olduğu 1862 yılında buraya ilk tren gelmiş ve o zamandan beri Avrupa'nın Viyana ve Budapeşte gibi ticaret ve kültür merkezleriyle tren bağlantısı sağlanmış. Bu nedenle 1892 yılında Macar mimar Ferenc Pfaff tarafından projelendirilen bu istasyon inşa edilmiş. Karşıya geçip içine de şöyle bir baktım ancak dış görünümünün aksine çok sıradan bir istasyonla karşılaştım.


Yön tabelasında Botanik Bahçesini gördüğümden o tarafa doğru yürüdüm. Uzun süre yürüdükten sonra burayı bulduğumda hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü ana kapı kilitliydi ve Nisan ayında açılacağı yazılıydı.


Şehrin güneyinde, Mihanovic Caddesi’nde bulunan Botanik Bahçesinin planı (Botanicki Vrt), Antun Heinz adlı bir profesör tarafından 1889 yılında yapılmış. 1890 yılında ilk bitkinin dikilmesiyle başlatılan çalışma 1911 yılında havuz sisteminin kurulması ile tamamlanmış. Bugün artık Bilim Fakültesine ait olan bu Park, tarihi, kültürel ve turistik değerine ilaveten artık araştırmaya da hizmet etmekte.

On bin tür bitkiye ev sahipliği yapan bu bahçede, türü tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan, ender rastlanan bitkiler de bulunuyor. İçerisinde göletler, köprüler, yapay mağaralar ve tepeler bulunan Botanik Bahçesi 1971 yılından bu yana doğa ve mimari anıt olarak kabul ediliyormuş. Ziyaretçilerin uyacağı katı kurallar da varmış. Çimenlerde yürümek, gürültü yapmak, bisiklete binmek ve çiçekleri toplamak yasakmış. Demir parmaklıklar arasından ancak böyle birkaç foto alabildim.


Nisana kadar kapalı tabelasını görünce bir diğer görülmesi önerilen Maksimir Parkın da aynı şekilde kapalı olabileceğini düşünerek programımdan çıkardım. Lubliyana'da tanıştığım ve Zagreb'de Erasmus programıyla bulunan Şeyma bu parkın kapalı olmadığını ve gezebileceğimi söylediğinde çok üzüldüm.

Gidecekler için yeri gelmişken kısaca bu parktan da söz edeyim. Şehrin doğusunda bulunan Maksimir Park (Maksimirirski Perivoj), 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başlarında kurulmuş tarihi, kültürel ve sosyal özellikleri olan bir bölge. Yüzyıllık meşe ağaçları ve çok sayıdaki endemik bitki ve hayvan türlerini içeren 316 hektarlık büyük bir alanda yer alıyor. Patrick Taylor‘ın projesini çizdiği bu alanda pek çok etkinlik yapmak mümkünmüş. Bisiklet ve kano kiralanabiliyormuş, parkın içinde bulunan Zagreb Hayvanat Bahçesi her yaştan insana hitap ediyormuş, yaz aylarında ise burada çeşitli etkinlikler organize ediliyormuş. 4, 5, 7, 11 ve 12 No’lu tramvay hatlarıyla Bukovacka durağında inerek parka ulaşmak mümkün.

Botanik Bahçesinin kapısından kös kös ana meydana doğru dönerken bilmediğim cadde ve sokaklara girmeye başladım. Bu arada bir de ne göreyim bizim Büyükelçilik binamız. Sanki yıllarca gurbetteymişim gibi bayrağımızı görünce heyecanlandım.


Sonra küçük bir meydanın köşesinde Nicola Tesla'nın bir heykeliyle karşılaştım. Sırp kökenli olan Amerikalı elektro fizikçi ve mühendis Tesla, Dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir bilim adamı.


Elektriğin kablosuz olarak taşınabileceğini deneysel olarak Londra fuarını aydınlatarak ispatlamış bir dahi. Hırvatlar da bu bilim adamına çok önem vermişler ve hatta adına bir müze de oluşturmuşlar.

Ana meydana doğru yürürken Cvjetni Meydanına ulaştım. Güzel tanzim edilmiş çiçekçilerle ve hoş kafelerle çevrili bu küçük meydan Zagreblilerin buluşmak ve bir kahve içmek için tercih ettikleri bir yermiş. Aslında adı Petar Preradovic olan bu meydan 14. yüzyıldan bu yana kullanılmakta. Burada bir de gelenek varmış. İnsanlar her gün ve özellikle cumartesi günleri saat 3 civarında en güzel kıyafetlerini giyerek pazar alışverişlerini yapmak için dışarı çıkarlar ve özellikle de bu meydandaki kafelere oturup kahve içerlermiş. Zaten dışarıda kahve içme kültürü Zagreb'de çok yaygın ve en ciddi iş konuşmaları bile böyle kahve içilerek yapılıyormuş.


Bu Meydanda 1866 yılında inşa edilen Ortodoks Kilisesi bulunuyor.


Hostele dönüp bir süre dinlendikten sonra hemen yanda gözüken Tünel tabelasını takip ederek eski şehrin altında yer alan 350 metre uzunluğundaki Gric Tüneline girdim.


Burası 1943 yılında bombalardan kaçmak için bir sığınak vazifesi görmüş. Geçen yüzyılın sonlarında da Hırvatistan bağımsızlık savaşında bir kez daha şehir sakinlerine güvenli bir çatı olmuş. Bugün ise artık sakin ve serinletici bir geçit olarak işlev görmekte ve turistik olarak ziyaret edilmekte. Ben de biraz yürüyünce çok renkli bir koridorla karşılaştım. Sanırım noel nedeniyle çok değişik bir sergi vardı. Büyük boyutlarda kitaplar ve evler renkli ışıklarla ışıl ışıldı ve gezenler bunların önünde fotoğraf çektiriyorlardı.



Buradan farklı bir yoldan tepeye çıkmış oldum. Akşam gün batımında Zagreb'i izlemeye başladım.



Tepede yürümeye devam edince yurt dışı gezilerimde bir klasik haline gelen bir gelin ve damatla karşılaştım. Manzaraya karşı poz vererek fotoğraf çektiriyorlardı. Ben de izinlerini alıp fotoğraflarını çektim. Ne kadar tatlılar!


Sonra yürürken çok hoş bir sokakta yer alan tarihi taş kapıyla karşılaştım. Bu kapı 13. yüzyılda yapılmış. Kapıdan geçerken ışıkların gözüktüğü yerde bir de şapel bulunuyor. İnsanlar burada dua edip mum yakıyorlardı.


Bu da geçitten geçtikten sonraki görüntüsü.


Geçitten çıkar çıkmaz ileride kimin olduğunu unuttuğum bir atlı heykel gördüm.


Artık yorulduğumdan dinlenmek istiyordum. Bu nedenle bir gün önce girmek istediğim ancak kalabalık olduğundan kapısından döndüğüm Ilica Caddesindeki Vincek Pastanesine gittim. Renk renk çeşitli şekillerde pastalara bakmak bile insanın iştahını açıyordu. Zagreb'in Zagrebacka kremsnita isimli geleneksel bir tatlısı varmış ve tezgahtaki kıza telaffuzunu bilemediğimden okuması için uzatıp bu pastadan istedim. Bu pasta dilimine sanırım 20 kuna gibi bir ücret ödedim. Bu pastanede kredi kartı geçmiyor ve masaya da servis yok.


Vincek Slasticarnica, Ankica ve Stjepan Vincek isimli karı-kocanın 1977 yılında açtığı Zagreb’in en iyi pastalarının, kurabiyelerinin ve dondurmalarının satıldığı bir yermiş. İç dekorasyonu çok sade ve çok büyütülecek bir şey yok. Yediğim pasta da eh fena sayılmaz.

Buradan çıktıktan sonra aşağı tarafa doğru yürüdüm ve çabamın meyvesini aldım. Karşıma bütün haşmetiyle Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu çıkmıştı.


Hırvatistan Ulusal Tiyatrosu (Hrvatsko Narodno Kazaliste) seçkin opera, bale ve tiyatro performansları sunmasının yanı sıra mimari yapısıyla da dikkatleri üzerine çekiyor. 


Viyana, Graz, Varazdin ve Rijeka'da yaptıkları tiyatrolarla da meşhur olan Hermann Helmer ve Ferdinand Fellner tarafından Neo-Barok ve Rokoko tarzında yapılan tiyatro binası, 1895 yılında son tuğlaya gümüş bir çekiçle vuran Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph tarafından açılmış.


Tiyatro, Zagreb’in güneybatısında Mareşal Tito Meydanı‘nda bulunuyor. İçine giremedim ancak içinde çok sayıda resim ve heykel de görülebiliyormuş.


Tiyatronun önünde meşhur heykeltraş Ivan Mistrovic tarafından yapılan Hayat Çeşmesi Heykeli bulunuyor. Bence çok estetik ve anlamlı bir heykel olmuş. Sabah buraya gelip gün ışığında tekrar fotoğraflarını çektim.



Tiyatronun önünde büyük bir balonun içinde müzisyenler 2 kemancıyla performans sergiliyordu. Ben de uzun süre oturup gerçekten çok yetenekli olan bu gençleri izledim.


Etrafta da yiyecek içecek stantları vardı. Çoluk çocuk her yaştan insanlar gelip oturarak veya ayaküstü bir şeyler yiyip içiyorlardı.


Ara verdiklerinde tiyatronun tam karşısında Zagreb Üniversitesini gördüm. Burası 1669 yılında inşa edilmiş ve güney-doğu Avrupa'nın en eski ve en büyük üniversitesiymiş. Neredeyse 8000 öğretim görevlisi yaklaşık 72.500 öğrenciye 29 Fakülte ve 3 Sanat Akademisinde eğitim veriyormuş. Hatta bunlara ilaveten 5 fakülte daha açılacakmış.


Meydandaki bir diğer yapı 1932 yılında yapılan Hukuk Fakültesiydi ve biraz daha ileri gidince gecenin karanlığında muhteşem gözüken Mimara Müzesiyle karşılaştım. Sanırım burada bir etkinlik vardı ve insanlar şık kıyafetlerle gelip içeri giriyordu.

Mimara, antik zamanlardan 20. yüzyıla kadar 3700 farklı eserin sergilendiği bir Güzel Sanatlar müzesi. Yakın, Orta, Uzak Doğu ve Avrupa Sanatı gibi çeşitli bölümlere ayrılıyormuş. Müzede Lorenzetti, Veronese, Canaletto ve Giorgione gibi ünlü sergileri görmek mümkün.


Yeterli vaktim olmadığından ancak sınırlı sayıda müze gezebildim ve Mimara gezisi planımda yoktu. Bunun dışında bu bölgede El Sanatları Müzesi ve Müzik Akademisi gezilebilir.

12 Aralık 2017

Sabah erkenden kalkıp Zagreb'deki son günümü dolu dolu geçirmek istedim. Önce hızlı bir şekilde Arkeoloji Müzesine doğru gittim. Ancak biraz fazla erken olmuş ve daha açılmamıştı. Bu nedenle hemen Tiyatro Binasına doğru yürüdüm. Burada biraz oyalandıktan sonra müzeye geri döndüm. Gişenin açılmasına daha vakit olduğundan önce bahçede bulunan “Lapidarium” bölümündeki Roma heykellerini gezmeye başladım. Bu heykellerin arasına noel standları da kurulduğundan tek tek görmek oldukça zahmetli oldu. 



Müze saat 10'da açılacaktı ve yağmur yağmaya başlayınca gidip kapıda beklemeye başladım. Gişe görevlisi zamanında gelmedi ve hiç kimsenin ilgilendiği de yoktu. En sonunda biletimi sanırım 30 kuna ödeyerek aldım ve asansörle en üst kata çıktım. Dolaşırken hiç bir müze görevlisi de görmedim. Artık sabah diye mi böyle oldu bilmiyorum.

Zagreb Arkeoloji Müzesi(Arheoloski Muzej), Zagreb'in en eski müzesi. 1880 yılında Müze için bütün Hırvatistan'da sistematik kazı çalışmaları yapılmış. Koleksiyon aynı zamanda hediye ve bağışlarla yenilenmiş. Bugün Yunan, Mısır ve Roma dönemlerine ait yaklaşık 450 bin parçalık bir koleksiyonu bulunmakta. Müzede tarih öncesi dönemler, Hırvatistan, Mısır, Yunanistan, Romalılar, Bizans İmparatorluğu ve daha birçok farklı kültüre ait eserler yer alıyor.

En üst kata çıktığımda Mısır eserleriyle karşılaştım. Müzenin gerçekten çok zengin bir Mısır koleksiyonu bulunuyor. İlk olarak mumyalama sırasında ölü bedenden çıkarılan organların konulduğu kanopik vazoları gördüm. Bunlar adeta sanat eseri gibi yapılmış ve öleni temsil edecek öğeler eklenmiş. Geçenlerde bir yarışmada hangi organın mumyadan çıkarılmadığı sorusu sorulmuş ve kalbin çıkarılmadığını öğrenmiştim. O zaman bu bilgi bana çok ilginç gelmişti ve araştırdığımda Mısırlılar için beynin hiç önem taşımadığını, hayatın kalp ile başlayıp kalp ile bittiğine inandıklarını okumuştum.


Yeri gelmişken mumyalamanın hangi amaçla ve nasıl yapıldığından da bahsetmek isterim. Arapça ve Farsça'da "mumiya", doğada bulunan katran ve bunun karışımlarına denilmekte. Ölüm, Mısırlılar için çok önem taşıyor ancak hayatın sonu değil tam tersine başka bir hayatın başlangıcı anlamına geliyor. Bu nedenle de mumyalama yapılarak, ölen kişinin hayattayken sahip olduğu görünüşünün korunması sağlanıyormuş.


Ölen kişinin cesedi üç gün bekletiliyormuş. Ölümden bir hafta sonra burun, kulak, makat gibi boşluklardan vücuda potasyum ve terebentin verilerek organların bozulmaması sağlanırmış. Daha sonra organların çıkarılmasına başlanırmış. Ölünün burnundan sokulan aletlerle beyin boşaltılır, çıkarılan göz yerine çakıl taşı, etrafı alçı kaplı soğan çekirdeği veya cam konulur, ağız boşlukları yağlı keten tohumlarıyla doldurulur, yanaklar çökmesin diye ağız içi Nil çamuruyla doldurulur, boşaltılan karın kısmı ve kadınların göğüs içleri, hurma şarabı ve kokulu bitkilerle temizlendikten sonra, reçine, tarçın, soğan ve kokulu mir ile karıştırılmış ağaç talaşı yerleştirilirmiş. Boşaltma yapılırken çıkarılan organlar "kanopik" denilen çömlek ve vazoların içine yerleştirilir ve bunlar ölenin diğer yaşamında gerekeceği için mumyanın yanına konulurmuş.


Yukarıda da bahsettiğim gibi kalp, nemi alındıktan sonra genelde tekrar mumyaya yerleştirilirmiş. Bazen kalp de kanopik vazoya konuluyormuş ve bu durumda kalp boşluğuna altın bir skarabe (bok böceği) heykeli yerleştiriliyormuş. Erkek ölünün penisi de kalp gibi önce kurutuluyor ve sonra ölenin diğer yaşamında üreme fonksiyonunu devam ettirebilmesi için tekrar yerine yerleştiriliyormuş. Bu gördükleriniz de mumya yanına konulan heykelcikler ve Mısırlılar tarafından kutsal sayılan bok böcekleri. 


Kesilen ve açılan yerler palmiye ipliği ile dikildikten sonra ölü vücut, sodyum karbonat veya sodyum klorit (tuz) ile karıştırılan madde içinde 40 veya 70 gün (soylular için 272 gün) bekletilirmiş. Vücuttaki nem giderildikten sonra kafa, kol, bacaklar, önce ayrı ayrı bandajlanır, daha sonra hepsi beraber keten kumaş ile sarılırmış. Sakat olanlar mumyalanırken diğer yaşamlarını kolaylaştırmak için eksik olan uzvun tahtadan veya alçıdan protezi yapılarak yerine takılır ve sonra mumyalanırmış. Bu işlemin sonunda eller göğüste veya karın üzerinde birleştirilerek vücut yatar durumuna getirilip iç içe geçmiş dört tabutun en içte olanına mumya konulurmuş. En içteki tabutun kapağı açıldığında Gök Tanrısı Nut veya Ana Tanrıçalardan İzis kapakta ölüyü kucaklayacakmış gibi beklermiş. İçteki üç tabut ahşaptan yapılmış olup “Andropoid” yani insan şeklindeymiş. Dış tabut ise insan şeklinde ama bu sefer taş bir lahit olurmuş. 


Her lahitin üzerine ölen kişinin tasviri yontuluyormuş. Ölüyü öteki dünyaya olan seyahatleri sırasında her türlü saldırı ve kötülükten koruduklarına inandıklarından küçük heykellerle çeşitli ziynet eşyalarını ve bunlarla birlikte iç organların konulduğu kanopik vazoları lahitin içine mumyanın yanına koyarlarmış. Ayrıca ölenin Tanrı Osiris'in sorularına cevap verebilmesi için bir de ölüler kitabı konulurmuş.


Mumyalama sadece insanlar için değil Mısırlılar için önem taşıyan boğa, timsah, kedi gibi hayvanlar için de yapılmaktaymış. Mumyalama işlemlerinin gerçekleştirilmesi sırasında ahşaptan yapılma Anübis maskeli ölü rahipleri bulunurmuş.


Tarihi eserlerin en önemlilerinden birisi Zagreb Mumyası olarak isimlendirilen ve Mısır'ın Alexandria şehrinden getirilen gizemli bir mumya. Teba adlı bölgede bulunan bu kadın mumyası üzerinde Liber Linteus adı verilen en uzun Etrüsk yazısı olan bir kumaşla sarılı bulunmuş. Birbirini takip eden 5 kumaş parçası üzerinde 1130 kelime bulunuyormuş. Kitabın toplam uzunluğu 340, genişliği ise 35 cm imiş. Bu kumaşı müzede göremedim ve bu yüzden webden bulduğum bir fotoğrafını koymak zorunda kaldım.


Bana Müzede en ilginç gelen yer Zagreb Mumyasının da bulunduğu bu Etrüks odası oldu. Etrükslerin kullandıkları eşyaların yanısıra kumaşın sarılı olduğu artık taşlaşmış olan kadın ceseti de burada sergileniyordu.



Mısır bölümünü gezip alt kata indim. Bu katta Hırvatistan bölgesinde yapılan kazılarda çıkarılan buluntular sergileniyordu. 


Müzedeki bir diğer önemli eser olan güvercin heykeli de bu katta bulunuyor. Bunlar Vucedol kültürünün bir parçası olan bronz güvercin heykelleriymiş.


6. yüzyılda bölgede yaygın olarak kullanılan siyah figür tekniğiyle yapılan eşyalar burada sergilenmekte.


Müzenin bir diğer bölümünde de üzerinde yazı olan mezar taşları ve Yunan heykelleri bulunuyor.


Bir diğer katta ise çağlara göre belirli bir sistematikle sıralanan buluntular sergileniyordu.


Müzeyi gezmeyi tamamladıktan sonra hemen dışarı çıktım. Arkeoloji Müzesi, Zrinjevac Meydanında bulunuyor. Bu meydan ağaçlarıyla, özellikle yaz aylarında burada yapılan festivalleriyle ve çeşmeleriyle meşhurmuş. Meydanda üç çeşme varmış ve en ilginç olanı "Mantar" olarak adlandırılıyor. Bu çeşme 1893 yılında Bolle tarafından yapılmış ancak başarısız olması ve suyunun taşarak yürüyüş yollarına akması nedeniyle espri konusu edilmiş.1975 yılında restore edilerek düzgün hale getirilmiş. Bu çeşmeleri noel pazarı nedeniyle aralardan görebilmem mümkün olmadı.


Meydanda bir de 1884 yılında ordu doktoru olan Adolf Holzer tarafından bağışlanan Metroloji Sütunu varmış ve ben maalesef bunu da gözden kaçırmışım. Bu sütun halen çalışıyor ve insanlara sıcaklık, hava basıncı, nem ve zaman konusunda bilgi veriyormuş. Ancak Dünya Metroloji Örgütü'nün standartları kullanılmadığından doğruluğu tartışmalıymış. Meydanın bir tarafında da resmi bir kuruma benzeyen bir yapı vardı.


Buradan hemen Lotrscak Kulesine doğru yürüdüm. Aksi gibi arada bir yağmur yağıyor, biraz duruyor ve tekrar başlıyordu. Hemen 20 Kuna olan giriş ücretini ödeyerek merdivenleri tırmanmaya başladım.


Latince ismi “Hırsızlar Çanı” anlamına gelen Lotrscak Kulesi (Kula Lotrscak), Gradec kasaba duvarını korumak amacıyla 13. yüzyılda inşa edilmiş. Lotrscak Kulesi ile ilgili Türkleri de ilgilendiren bir hikaye var. Rivayete göre Osmanlılar’ın kuşatması sırasında Lotrscak Kulesinden top atışı yapılmış ve bir gülle güya Sava Nehrini de aşıp Osmanlı ordusu karargahına gelmiş. Hatta paşaya öğle yemeği için götürülen tavuk tabağına düşmüş. Bunu gören Osmanlı paşası bu kadar uzaktan gülle fırlatabilen Zagreblilerden korkarak şehri istila etmekten vazgeçmiş. O günden bu yana o günün anısına her gün öğle saatlerinde kulenin tepesinden top atışları yapılıyormuş. Ben de top atılışı yapıldıktan hemen sonra kuleye çıktığımdan barut kokusunu bariz bir şekilde aldım.


Lotrscak Kulesi savunma amaçlı yapılmış ama günümüzde sanat galerisi olarak kullanılıyor ve şehrin tepesinde olduğu için Zagreb’i panoramik olarak görmek için mükemmel bir mekan. Her katta bulunan resimlere bakarak yukarı çıkmaya başladım.



Yağmur yağmaya başlamıştı ve sanırım bir okul grubu burayı gezmeye gelmişti. Onların fotoğrafını çekerken bazıları poz vermeyi ihmal etmedi.


En yukarı açık alana çıkarak Zagreb'i her yönden kuşbakışı görme imkanı buldum.



Yağmurun yağmadığı ender zamanlarda fotoğraflarını çektim. Kule pazartesi hariç her gün 11.00-19:00 saatlerinde açıkmış.



Kuleden çıkarak dinlenmek ve bir süre yağmurun dinmesini beklemek için tavsiye edilen bir diğer pastane olan Amelie'ye gittim. Amelie Cake Shop'un Zagreb'de 3 şubesi varmış ve benim gittiğim Zagreb Katedraline yakın bir mesafede olanıydı. İç mekanı çok geniş olmamakla birlikte dekorasyonu çok güzel yapılmıştı. Self-servis olacağını düşünerek tezgaha yanaştım ve cheesecake ve kahve siparişi verip beklemeye başladım. Masaya getireceklerini söyleyince pencere kenarında küçük bir masaya oturdum. Bu arada yağmur da şiddetlenmişti. Gerçekten methettikleri kadar varmış ve bu zamana kadar yediğim en lezzetli cheesecake olduğunu söyleyebilirim. Eğer yolunuz Zagreb'e düşerse mutlaka Amelie'ye gidin derim. Fiyat olarak Vincek'ten bir tık daha pahalı olsa da buna değer.



Pastaneden sonra biraz da alışveriş lazım. Çevredeki bütün hediyelik eşya dükkanlarına baktım ve ufak tefek şeyler aldım. Akşam olunca hemen Tiyatro Binasına doğru yürüdüm. Bir gün önceki konser tadındaki dinletinin tekrarı olabileceğini düşünmüştüm ancak bu sefer balonun içinde bir saksafoncu vardı. Biraz oturup dinledim ama çok başarılı bir performans değildi.


Bu sefer ana meydana dönüp oradaki etkinliği izlemek istedim. Sahnede yaşlılardan oluşan bir grup vardı. Değişik enstrümanlar çalıyorlar ve şarkı söylüyorlardı. Gerçekten çok eğlenceli bir gruptu ve ayakta durup sonuna kadar onları izledim.


Onlar sahneden ayrılınca sunucu bir dans topluluğunun gösterisini izleyeceğimizi duyurdu. Sanırım aynı topluluğa dahil birkaç ekip arka arkaya dans kareografilerini sergilediler. Nasıl güzellerdi anlatamam. Küçükten büyüğe hepsine bayıldım. Bu arada yağmur hızlanmıştı ve şemsiyeler birbirine karışınca kadının biri kendi şemsiyesini kapatıp benim tuttuğumun altına girdi. Beni yabancıya benzetmemişti galiba. Zaten Zagreb'de olduğum sürede bana yol soranları mı ararsınız, parkta otururken bir şeyler anlatanını mı ararsınız, elime broşür uzatanını mı ararsınız!



Buradaki etkinlik tamamlanınca daha erken olduğundan çevrede dolaşmaya başladım. Katedrale çıkan yolun sağ tarafında Europski adında küçük bir meydan vardı. Burada yine bir etkinlik devam ediyordu. Sretan Bozic yazılı bir platformda bir grup müzisyen sahnedeydi. Aslında bu yazıyı şarkı söyleyen kişinin adı sanmıştım meğerse mutlu noeller yani Merry Christmas yazıyormuş. Hala kendime gülüyorum.

Meydana gittiğimde fazla kişi yoktu ama sonra sanki ayağımı sürümüşüm gibi her yer insanla doldu. Hatta bazıları müziğe uygun dans etmeye bile başladılar. İçlerinden nasıl geliyorsa öyle davranmalarına gıptayla baktım.


Bana Jelacic Meydanı gece ışıklandırmayla oldukça hoş gözüküyordu.


Sabah erken yola çıkacaktım ve bu yüzden hostele dönüp eşyalarımı topladım. Sabah erkenden kalkıp önce fırına gittim ve sanki Lubliyana'da ekmek yokmuş gibi bir ekmek aldım. Bu sefer ayçekirdekli alıp 8 Kuna ödedim. Meydandaki büfeden tramvaya binmek için 10 Kuna ödeyerek bilet aldım. Bu bileti otobüs veya tramvay içinde makineye okutmak gerekiyormuş. Otobüsle Lubliyana'ya gideceğimden otobüs terminaline doğru giden 6 nolu tramvaya bindim. Ancak bileti okutmak isteyince nedense olmadı ve kızın birisi bunu sadece ilk vagonda okutabileceğimi söyledi. Bavulumla kalabalıkta ilerleyemediğimden biletimi okutamadım. 6 durak sonra otobüs terminalinde inerek biletimde yazan peronu buldum. Böylece Zagreb gezimin de sonuna gelmiş oldum.

Gezemediğim veya vakit darlığı nedeniyle gezmek istemediğim bazı yerlerden de bahsetmek isterim.

Bunlardan birisi Ilica Caddesi üzerindeki Neboder (Gökdelen) adlı bir yapının 16. katında Zagreb Eye (Zagreb’in Gözü) olarak isimlendirilen ve şehri 360 derecelik seyir imkanı tanıyan yüksek bir bina katı. Buradan şehrin panoramik manzarası izlenebiliyormuş. İlk olarak 1957-1958 yılları arasında inşa edilmiş ve pek çok onarımdan sonra 2013’te Zagreb Eye ismiyle yeniden açılan binada gözlem katı dışında ofisler bulunuyor.

Mazuranic Meydanında bulunan Etnoğrafya Müzesi ve ADU (Tiyatro Akademisi), Marulic Meydanındaki Hırvatistan Devlet Arşivleri Binası, Strossmayer Meydanındaki Güzel Sanatlar ve Bilim Akademisi ve Modern Galeri görülebilir. 

Gitmeyi çok istediğim halde hem uzak hem de havanın yağmurlu olmasından dolayı programımdan çıkardığım en önemli yer Plitvice Gölü Ulusal Parkı oldu. UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Plitvice Gölü Ulusal Parkı (Plitvicka Jezera), 260 kilometrelik bir alanda mavi ve yeşilin çeşitli tonlarını taşıyan, birbirleriyle bağlantılı 16 göl, irili ufaklı 300’den fazla şelale, ilginç sarkıt ve dikitlerin yer aldığı mağaraların da bulunduğu olağanüstü güzellikte bir doğa harikası. Endemik bitki ve hayvan zenginliğine sahip parkta, boz ayıların yanı sıra 156 kuş, 321 kelebek ve 20 farklı türden yarasa da bulunuyormuş. Bosna Hersek sınırı yakınlarında bulunan Parka, Zagreb’den otobüsle yaklaşık 2 saatte gidilebiliyormuş. Kışın buz tutan şelalelerini izlemek ayrı bahar ve yaz aylarında yemyeşil doğada yürüyüş yapmak ayrı bir keyif veriyormuş. Ben bunu kaçırdım siz kaçırmayın derim!

Zagreb’in yakınında günübirlik gidilebilecek bir diğer tarihi yer ise Trakoscan Kalesi. Burası yaklaşık 12. yüzyıl dolaylarında inşa edilmiş ve birçok ünlü ailenin konutu olmuş. Kale, 1950’lerde devlet himayesine alınarak bir müzeye dönüştürülmüş. Kale restore edilmiş ve müzede Draskovic ailesinin mobilyaları, tabloları ve çeşitli eşyaları sergileniyormuş.

Yeme içme konusunda çok fazla öneride bulunamayacağım. Zagreb'de bulunduğum sürede yemek olarak pizza ve deniz ürünleri dışında özel bir yemeklerini denemedim. Her keseye göre yemek işini çözmek mümkün. Bize yakın yemekleri olduğu için tat anlamında sorun yaşanmaz diye düşünüyorum. Birkaç önemli noktadan da bahsedersek restoranlarda masaya getirilen ekmeğe ayrı ücret alınıyormuş ve bahşiş isteğe bağlı olarak verilebiliyor.

Daha önce bahsettiğim gibi pastane işleri görüntü olarak bile bir harika! Bunları mutlaka denemenizi öneririm. Licitar isimli zencefilli bir kekleri meşhur ve bu kek aşk ile şefkatin sembolüymüş. Paketler içinde görüp almak istedim ama daha sırada gezecek Lubliyana olduğu için kırılabileceklerini düşünerek alamadım. 

Zagreb, aslında çok yakınımızda keşfedilmeyi bekleyen bir mücevher gibi duruyor. Ne yazık ki bazı gözde turizm merkezlerine verilen değer buraya verilmemiş. Belki de çok turistik olup bozulmadığı ve kalabalığa boğulmadığı daha iyi olmuş. Yine de bu şehri gezmek isterseniz noel zamanına denk getirmeniz isabetli olabilir. Böyle ışıklarla süslenmiş, pazarları kurulmuş ve insanların her gece sokaklarda eğlendiği bir şehri kaçırmak istemezsiniz.

0 yorum:

Yorum Gönder